Yaşlanmak, düşündürür beni.

Dünyanın en dingin limanı gibi tam önümde dursa da bir hay huyla önüne geldiğim bu dingin ada, aslında hiç de dinlenilesi bir zaman dilimi olmasa gerek.

Etrafınızdaki insanlar birer birer yaşlanırlarken, aynaya her baktığınızda aslında pek de değişmediğinizi görürsünüz. Ayna, yanıltıcıdır. Oysa en iyi tanık olduğunu zannederiz aynaların. (Galeyano'nun aynaları hepten yanıltıcı zaten!) Yanılırız. Bu yanılgıdan kurtulmanın en kestirme yanı; yaşadığınıza şahitlik eden dost, akraba, yakın namına çevrenizde kim varsa onların değişimlerini izlerken, zınk diye donup kalmaktır.

İrene Papas, 93 yaşında öldü. Sahi, İrene Papas, Zorba'daki dul kadın, yaşını ne zaman geride bıraktı, ne zaman Hind olmaktan çıktı, ya Elektra olduğu günler, antik zamanların kadın kahramanlarını canlandırdığı yaşı ne zaman bir kenara bıraktı. Bir de Vengalis ile plak doldurduğu, ilahiler, aryalar söylediği yaşları vardı hani!

İrene Papas, yaşlanmadı sadece; biz onu izlerken yaşlanıyorduk. Hatta onun devrimci, kafa tutan, baş kaldıran, hırçın kadın rollerini izlerken kurt içimize yerleşmiş, yüzümüzdeki kılcal damarları birer birer çürütüyordu.

Yaşlılık her ne kadar çocukluğa benzetilse de bilgelikle eş tutulsa da saygın, oturaklı bir pozla tam yolumuzun üzerinde dursa da aslında titretici bir yanı var hem somut hem de soyut olarak. Somuttur; zira vücut direncini kaybedip, erken yorulmalar başlamaya görsün, aziz Françesko gibi "Eşeği epey yordum." demeye başlarız. Soyut olaraksa, nesnelerin diriliği aslında o kadar da diri gelmez gözümüze, toprağa doğru çürüyen cisimleri gördükçe Simone gibi "İnsan doğduğunda çürümeye başlar." demeye başlarız.

Evet, itiraf ediyorum: yaşlanmak korkutucu. Hele ki dünyada onca yarım bırakılmış iş varken ve de mecaliniz kesildiğinde.

Dostlarımın yüzlerine baktığımda, koca koca adamlar görüyorum karşımda. Harman yerinde top oynayan, bıyıkları bile terlememiş çocukların bıyıkları çoktan ağardı. Okul sıralarında daha yeni yeni tıraş olmaya başlayan arkadaşlarımın yüzünde derin izler bırakmaya başladı hayat. O gergin, diri hatların yerine güya tecrübe çizgileri oturmaya başladı diye teskin ediyoruz kendimizi. Hatırlıyorum, İbrahim Tenekeci, “Zeki, otuz beşinden sonra insanın iç organları sarkmaya başlar.” demişti.

İrene Papas'ın resimlerine bakıyorum. Her ne kadar makyaj ile yaşını bir 15 yıl geriye, hatta 25 yıl geriye çekse de yaşlanma alametlerini tamamlamış durumdaydı. Ben onu izleyen, oyunculuğuna hayran olan, Yunanlı ve de daima devrimciliğine sempati duyan biri olarak, yani ki şahit olarak yaşlandığımı fark ediyorum birdenbire!

İzlediklerimiz yaşlanıp ölürken, izleyen gözümüz de yaşlanıyor. Ve yaşlılık bana daha eski zamanlarda olduğu gibi sempatik, naif, sevecen, bilgece görünmüyor. Daha çok, Zorba filminde keçiyi saklayan erkeklerin o dul kadına arsız gülmeleri gibi; vücudu yıpratan, ruhu yoran ve o kadın gibi yapayalnız bırakan bir büyü gibi görünüyor gözüme. O büyüyü ne Avon şirketi, ne laboratuvarlar, ne de deli Dumrul gibi yalın kılıç dalmak bozacak.

Yaşlılık ve o dul kadın... Aslında o kahvedeki erkeklerin halini yazacaktım; ne kadar da erkekler! Daha ne diyebilirim ki; karşılarında yalnız bir kadın var ve kötülüğün yüce duvarı arkasına saklanan bir avuç erkek işte!