Çocuklardan şikayetçiyiz.

İktidardan şikayetçiyiz.

Eğitimden şikayetçiyiz.

Havalardan şikayetçiyiz.

Ekonomiden şikayetçiyiz.

Yaşadığımız yerden şikayetçiyiz.

Şımarık bir çocuk gibi mızmızlanıyoruz.

Kendinden şikayetçi olan yok maşallah! Hepimiz zemzemle gusül almış kadar temiziz. Kendinden şikayetçi olanı bulsak, madalya takacağız.

Kumsala gelenlerin çoğu etrafın pisliğinden şikayetçi. Toparlanıp giderken geriye bıraktıklarıyla maşallah cümle alem doyar! Dünyayı yaşanmaz hale getirenlerin şikayet etmeye değil, aynaya bakmaları hatta yüzlerine tükürmeleri gerek!

...

Uzun zamandır Z kuşağı dediğimiz gençler hakkında olumsuz yazılar okuyor, onlar hakkında olumsuz yorumlar dinliyorum. Suçlu aramaya alışmış insanların rahatlığıyla yeni nesle saldıranların bir kez olsun kendi eksiklerine dönüp baktıklarına şahit olmadım. Dünün dünyasında rol model olan insanlar vardı. Dedeler, babalar, ağabeyler, halalar, ablalar, nineler... Gününe şahit olduğumuz büyükler vardı. Çocuklar bizim günümüze şahit olmuyorlar. Bizler onların iki numara büyüğü ergenlerden farksızız. Telefon, bilgisayar, giysi, yiyecek alırken onlardan farksızız. Bir AVM’ye giren çocuk ile yetişkin arasında fark yok gibi. Her ikisi de hayret, şaşkınlık, hayranlıkla dalıyor alışveriş meydanına. 

Bedel kavramını ne çocuk biliyor ne de ebeveyn. Konfor artık bir ihtiyaç gibi algılanıyor. Konfora yenildik. Bedel ödemeden kazanılan her ne var ise çürümemizi biraz daha hızlandırıyor.

Babasının nasıl para kazandığını gören bir rençper çocuğu, bir mevsimlik işçinin çocuğu, bir esnafın çocuğu, bir işçinin çocuğu hayat hakkında daha gerçek bilgiye sahiptir. Bir uğru gibi eve giriyoruz. Yoklama saatlerimiz var. Çalışma arkadaşlarımızı çocuklarımızdan, ev halkından daha çok görüyoruz. "İnsanın sevdiği bir ev olunca, kendisine mahsus bir hayatı da olur." diyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Burada biraz durmalıyız sanırım. Eve ne oldu?

"Evin - de hali, saadet,

Isınmak ocaktaki alevde

Sönmüş yıldızlara karşı

Işıklar varsa evde."

Behçet Necatigil'in şiirindeki bu kısım, evde olma, de hâli sanki bizi terk etti. Sanki biz evi terk ettik. Evle birlikte saadeti, anlayışı, dinlemeyi, dertleşmeyi, anlamayı, yanımızdakini tanımayı da ev-den gönderdik. Evden ayrılırken sanki kendimizden de ayrıldık. Hep haklı olan kendimizi böyle böyle inşa ettik. Bu sebeple kibirle eleştiriyoruz en çok da gençleri, çocukları. Hiçbir şey öğretmediğimiz, hiçbir şeyimize şahit olmayan çocukları yanlış buluyoruz. Televizyon seyrettiğimizi, telefona baktığımızı, burger yediğinizi gören çocuklar insanlarla olan münasebetlerimizi görmüyorlar. Eşya ile, hayvanlarla, insanlarla, hayatla olan münasebetimizi görmeyen ve canlı örneği, rol modeli olmayan yalnız çocuklar büyüyor kalabalık şehirlerde ve eylemlerin alış verişten öteye geçmediği bilişim çağında. Pascal, ‘bilgiye hasretiz ve içimizdeki bilgisizlikten başka bir duvara toslamıyoruz’, yollu bir söz söylemişti. Bilginin dünyayı kavurduğu bir çağda görgü kayboldu. Aslında biz de göstermek istemiyoruz; gösterecek bir şeyimiz yok gençlere. Az buçuk onlar gibiyiz. Ne fikirlerimiz ne de kendimiz sabitiz. Bunu derken hep aynı kalmaktan bahsetmediğimi siz de biliyorsunuz! İnanç, politika, kültür, ahlak, gelenek hakkında sürekli fikri değişen, para kazanma hakkında çıkarcı ve değişen fikirleri olan insanları neden örnek alsın ki çocuklar? Hele de bir ergen gibi her şeyden şikayetçi olan insanları neden ciddiye alsınlar ki?!

Ali Şeriati “Anne, baba, biz suçluyuz” demişti yıllar önce. Günümüzde belki de ana problem; babalar ve oğullar derken “Baba” kısmının kaybolması, neredeyse tüm babaların oğullar kısmına yazılması.

Balık tutmaya gitmeliyiz çocuklarla. Ve artık koca koca adamlar ergenlikten çıkıp bir sabiteye sahip olmalıyız. Sanırım o zaman çocuklar bizi ciddiye alacaklar. Hayatı ciddiye alacaklar. Yaşamanın bir bedeli olduğunu görecekler.