6 Mayıs 1927…  “Alo alo muhterem samiin! Burası İstanbul telsiz telefonu. 1200 metre tul-u mevc, 250 kilosikl. Şimdi akşam neşriyatımıza başlıyoruz… ” Sirkeci büyük postaneden İstanbul semalarına doğru dalga dalga yayılan bu anons Eşref Şefik’in sesiyle Türk radyo tarihinin ilk anonsuydu…

Henüz dijital dünyanın hayatlarımızı tarumar etmediği basit ama samimi, sıcak, huzurlu senelerdi… Yani radyolu seneler…

Arkası yarınlar, yurttan sesler koroları, saat başı ajansları, canlı maç anlatımları, eşsiz türkü, ezgi ve nağmeleri ile radyolu yıllarımız siyah beyaz gibi gelen memleketimin en masum ve sıcak yıllarıydı…

Şuur altımda radyoya dair bir tablo eşsizliğinde resmedilmiş ve öylece kalakalmış muhteşem nostalji manzaraları vardır. Çocukluğuma indiğimde varabildiğim en eski tahayyül; babamın kerpiçten bir köy odasında çulha dediğimiz ahşap kilim tezgahı ile bir yandan kilim dokurken diğer yandan ibreli ve lambalı bir radyodan yankılanan türkülere mırıldanarak eşlik ettiği, kilim ve radyo manzarasıdır.

Babam o aşk, çile, gam, hasret, vuslat motifli kilimlerini hemen yanı başındaki cızırtılı, parazitli radyosundan yankılanan Şakir Öner Günhan’dan “Bir Yiğit Gurbete Gitse”, Recep Kaymak’tan “Yarim senden ayrılalı”, Bedia Akartürk’ten “Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete” türküleri eşliğinde ilmek ilmek dokurdu.

İdare alevlerinin, beyaz sinema perdelerini andıran kerpiçten köy odalarının duvarlarında raks ettiği yıllardı o yıllar… Uzun kış gecelerinde dışarıda tozutan kar, uğuldayan rüzgar ve çiseleyen yağmur eşliğinde Anadolu’nun erdem ve hikmet merkezleri köy odalarında bir araya gelen köyün muhtar ve sakinleri her türlü memleket ve köy meselelerini bir Anadolu bilgeliğiyle münakaşa eder, sohbet ve türkü tadında söyleşirlerdi. Dünyada eşi benzeri olmayan köy odalarımızın bu erdem, hikmet ve bilge meclislerinin vazgeçilmez parçası ise üzerleri el işi, göz nuru oya ve dantellerle örtülü radyolardı…

Her saat başı o “dıt dıt dıt” gonklarının ardından spikerin; “Saat 20:00, TRT haber merkezinin hazırladığı haber bültenini sunuyoruz. Spikeriniz…” şeklindeki klişe ifadeleriyle kulaklar radyoya yanaşık, pür dikkat ajanslar dinlenirdi…

Panel üzerinde altlı üstlü sıralanmış Moskova, Belgrad, Budapeşte, Kiev, Zagreb, Leningrad, Şam, Tahran gibi şehir adlarının neye yaradığını bilmeden, kulaklarımız hoparlörde, tanıdık bir ses ve seda ararcasına gezdirirdik ibreyi diyar diyar.

Çok seneler sonra Ahmet Kaya’dan dinleyince anladık “Zagrep radyosunda Lili Marlen Türküsü”nü ve hikâyesini.

Utandığımız yıllardı… Platonik yaşadığımız masum aşklara adanmış istek türkülerimizi Kavaklıdere/Ankara adresine postalardık hem ucu, hem içi yanık mektuplarla.

Ürkütücü ihtilal bildirileriyle uyandık işgal edilmiş kimi radyo sabahlarına… Yakılmış bir ağıt tadında dinledik Adnan Menderes’lerin, Hasan Polatkan’ların, Fatin Rüştü Zorlu’ların hazin idam havadislerini…

Benim radyolarım hüzün çaldı çoğu zaman, kimi zaman hasretlik, kimi zaman vuslat. Hint Okyanusu kıyılarında kaldığım yurdun çatısında Türkiye’nin Sesi radyosunun bir gelen bir giden sesini duymak için kulaklarıma sokarcasına dinlerdim antenli radyomu… Hassas ibre dokunuşlarıyla uzun dalgadan ucu ucuna frekans yakalama çabaları ne de keyifliydi…

Hasret kaldığım diyarlardan dağları, ovaları, nehirleri aşarak kulağıma, oradan yüreğime, damarlarıma, hücrelerime dalga dalga yayılan bir hoş sada idi TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu… Kimsesizliğim ve tüm suskunluklarımın aks-i sedasıydı…

Sonra bir gün tarih 31 Ocak 1968’i gösterdiğinde yeni bir anons yankılandı Türkiye semalarında. 1927 den farklı olarak bu kez anonsu yapanın nur cemali yansıyordu cam ekranda…

Televizyon icat olmuştu…

Ama ben radyomdan hiç vazgeçmedim…

Vazgeçmeyeceğim de…