Birçok alan için disiplin mi yoksa esaslı bir bilim mi tartışması uzmanları tarafından mütemadiyen yapılır. Herhangi bir alanda çalışanların, ilgili mecralarda kalem oynatan, fikir beyan eden entelijansiya ve akademisyenlerin bu doğrultudaki çabaları hep olagelmiştir. Muhtemelen bulundukları zeminin kayganlığından veyahut endişelerini zapt edemediklerinden çalıştıkları bağlamı ölçülebilir düzeyde istikrarlı hale getirmeye, objektiviteye yaklaştırarak bilimsellik kazandırmaya, imkân dâhilinde pozitif bilimlere benzetmek amacıyla eğilim oluşturmaya çabalamaktadırlar. Uluslararası İlişkiler’de bu tartışmalara dâhildir.                  

Uluslararası İlişkiler diğer tüm sosyal ve pozitif bilimlerden temelde özel bir iddia ile ayrılır. Bu öyle bir meydan okumadır ki insanın özünü ve tabiatını sorgulamayı zorunlu kılar. Bu çabalar içerisinde felsefi hermenötik, destekleyici şekilde referans alınarak teorik yapıtaşları güçlendirilir. “Sorunu olduğu gibi anlamaya mı yoksa olması gerektiği gibi çözmeye mi çalışan” tartışması bir tarafa, kadim toplulukların ilk ortaya çıkışlarından itibaren büyük bir mesele olan görünür örgütlü şiddeti, yani savaşı “insan tabiatının” rengindeki niyetiyle, salt mayasıyla birlikte bu disiplin anlamaya çalışır. Savaşları “tabii insan davranışlarıyla” olabildiğince örtüştürerek uyumlulaştırmaya gayret eder. Özünde insan iyi ise şayet devletlerde barışçıl politikaları sergileme doğrultusunda tercihlerini kullanacaktır varsayımları yapılır.       

Savaşın tarihi insanın ki kadar eski bir maziye dayanır. Tam da bu yüzden bazı düşünürler savaşların kaçınılmaz olduğunu belirterek azaltılmasına yönelik teoriler geliştirmiştir. Savaşların zenginliğin bir kaynağı, hatta devletlerin oluşumunun bile nedeni olduğunu belirten düşünürler çıkmıştır. Bunun dışında insan hakları ve eşitliğin önemsendiği devletlerin bulunduğu bir dünyada, yani demokratik veyahut “cumhuriyetçi” toplumlarda “meşru şiddet” kullanımı dışındaki savaşın hiç olmayacağını veyahut istisnalardan müteşekkil şekilde vuku bulacağını yazanlarda ortaya çıkmıştır.  

“İnsan özünde iyidir ya da kötüdür” tartışması esasında bir kısır döngüyü andırır. Bu motto çıkarımları beyin fırtınası havuzunda pişirilerek literatür genişletilmiş ve bir kurucu tartışma mahiyetinde önemli açılımlara zemin oluşturulmuştur. Devletlerin doğrudan ya da uluslararası kurum ve rejimler aracılığıyla birbirleri ile kurdukları ticari ve siyasi ilişkilerin bir karşılıklı bağımlılık oluşturarak “anarşik” ortamdaki güvenlik kaygılarını bastıracağı da dillendirilmiştir.  

Uluslararası İlişkiler’in ortaya çıkarak formel bir nitelik kazanması insanlık tarihinin tecrübi birikimlerinin sonucunda meydana gelmiştir. Bardağı taşıran son damla ise topyekûn bir kayba dönüşen ve ilk dünya savaşı olarak tanımlanmış olan savaş olacaktır. Daha önceki savaşlarda galip olan taraflar palyatif getirilerle tatminkar olabilmiş, bunu bir kazanç sayabilmiş ve dolayısıyla kurumsal bir düzenlemeyi ortaya çıkaracak bir rasyonel bütünlük tesis edilememişti. Bu yöndeki çabalar kendini geçmişte gösterse de “kazananı olmayan” savaşa, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar pejoratif akıl uluslararası sistemi domine etmişti.       

Böylelikle temelde amacı savaşları engellemek olan ve dünya geneline yayılmış vaziyette barışı tesis etmeye çabalayan bir disiplin ortaya çıkıyordu. Bu minvalde “pozitif barış”ı ajandasına baş tacı yapmış ve bu doğrultuda teoriler geliştirip metodoloji kurgulamış bir alan ihdas edilmişti. Milyonlarca insanın kaybedildiği savaş, rasyonel zihinlerde yeni ufuklar açıyordu.  Çünkü Birinci Dünya Savaşı henüz bitmişti ki dünya ve hatta galip büyük devletler böylesine topyekûn harpten zaferle çıkan hiç kimsenin olmadığını anlamışlardı. Oysa savaş, “mutlak savaş”a dönüşemezdi ve sadece “politikanın geçici bir aracı” olarak kalmalıydı, fakat öyle olmadı.     

Savaşın bedeli o kadar ağır olmuştu ki böylesine bir savaş asla bir daha tekrarlanmamalıydı. Sonradan Birleşmiş Milletler’e dönüşecek olan Milletler Cemiyeti bu amaçla kuruldu, Briand-Kellog Paktı yine aynı amaca hizmet etti. Savaşın hemen ardından 1919’da Galler’de kurulan ilk Uluslararası İlişkiler Kürsüsü bu barış çabalarına temel teşkil etmişti.