Türkiye hakkında fikir yürütürken Türkiye’nin 1923’te kurulduğunu düşünürsen ilk düğmeyi yanlış iliklersin.

1923 tarihi, resmî kuruluşun başlangıcıdır.

Türkiye sıfırdan kurulan bir devlet değildir. Bu millet bu topraklara gökten zembille inmemiştir.

Selçuklu’dur Türkiye, Osmanlı’dır ve daha ötesidir…

Sınırlarımız da bize ezberletilen hâliyle Edirne’den Kars’a değildir.

Sanma ki Türk’ün sınırı Edirne’den Kars’a
Unutma!
Türk yurdudur, nerede ezan sesi varsa…

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar da değildir.

Bizim sınırlarımız yoktur.

Bizim gönül coğrafyamız vardır.

Türkçenin konuşulduğu her yer, ezanın okunduğu her toprak bizimdir.

Bunu laf olsun diye söylemiyoruz.

Geçmişimize baktığımızda hangi bölgeye gitmişse ecdadımız, oraya bir iz bırakmıştır. Bırakılan iz sayesinde bizim milletimize orada yaşayanlar özlem duymaktadır.

Ne güzeldir ki Türkiye her Müslüman için bir umuttur. Sadece Müslümanlar için dersek eksik söylemiş oluruz, her mazlum için de bir umuttur.

O umudu da daima diri tutuyoruz, tutmaya da devam edeceğiz Allah’ın izniyle millet olarak…

Özellikle konum ve geçmişimiz itibarıyla etrafımızdaki milletlerin de birinci dereceden ağabeyi oluyoruz.

Başı sıkışan her insan ya bize geliyor ya bizden medet umuyor.

Bu duruma milletçe sevinmemiz gerekir normalde.

Fakat ne yazık ki alttan alta yapılan olumsuz algılarla bize sığınan insanlara karşı oldukça kötü davranmaya başladık. Sadece faşistler değil, Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi’nin manasına hâkim olanlar da bu ırkçılık illetine yakalanmış görünüyor.

Irkçılık öyle illetli bir hastalıktır ki…

Bulaştığı insanı da hasta ediyor, maruz kalan insanı da…

Kimse zannetmesin ki benim başıma kötü bir iş gelmez.

Geçtiğimiz yıl ülkemizi vuran depremde gördük ki insanlar sığınacak yer aradılar. Allah’tan güçlü bir devletimiz var da yaralar hemen sarıldı milletle el ele verilerek.

Ya bir de devletimiz güçlü olmasaydı, 17 Ağustos depremindeki gibi olsaydı, on üç şehrimizi etkileyen depremden sonra ne hâle gelirdik düşündünüz mü?

O en ağır ifadelerle hakaret ettiğimiz insanların kapısını çalmak zorunda kalabilirdik Allah muhafaza…

İnsanımıza “Düşmez kalkmaz bir Allah!” sözünü her hâlükârda hatırlatmamız gerekiyor.

“Ben,” diyor; “ölürüm gene savaştan kaçmam, savaştan kaçanlara da merhamet etmem…”

Kim diyor bunu? Irkçılık yapanlar…

Doktor para için ülkesini terk ederse kahraman, Müslümanlar kendi devletinin bombalarından kaçarsa kötü! Sanki başka ülkeyle yapılan savaştan kaçmışlar gibi… Bu çelişkiyi de izah edemezsin.

İşin bir de başka yönü var…

Sığınmacılar giderse ara eleman bulma sıkıntısı yaşayan esnafımızın düşeceği zor duruma kim nasıl çözüm bulacak?

Sığınmacılar gitsin diyenlerin tek derdi konfor mu? Yoksa Müslüman düşmanlığı mı? İkiyüzlü faşistlik işte!

Bu da bahs-i diğer…

Bakın;

Mağdur değilken yapılan ırkçılık,

“Ben mağdur olduğum zaman beni en rezil bir şekilde aşağılayın; ben her şeyin en kötüsüne lâyık, dünyanın en iğrenç insanıyım.” demektir.

Mağdur değilken insanları aşağılamak kolay…