Öncelikle şu hususu belirtmeliyiz ki, şayet savaşlar adaleti sağlayabilseydi dünyada zulüm binlerce yıl önce sona ermiş olurdu. Buradan hareketle diyebiliriz ki, kapsamlı bir siyasi süreçle bitirilemeyen tüm savaşlar, farklı sosyal biçimlerde canlı kalmaya ve varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

Silahlı devrimler döneminin sona erdiğini söyler söylemez bazıları bunu sadece yenilgi ilanının ifadesi olarak anlayacaktır. Özellikle de dünyada birçok sıcak çatışma bölgesinin olduğu, zulüm ve baskının geniş bir alanı kapladığı bir dönemde… Bu paradoksların tam önündeysen bir tek sonuca ulaşabilirsin; değişimi kaba kuvvetle gerçekleştirmenin artık mümkün ve kolay olmadığı…

Günümüzde zulüm iki alanda yoğunlaşıyor: Birincisi, Rohingya’da olduğu gibi bazı hükümetlerin kendi halkının bir kısmına uyguladığı zulüm. İkincisi ise diktatör yöneticilerin iktidarda kalabilmek için uyguladığı zulüm. Her iki durumda da bu krizleri çözmek için barışçıl yolların seçilmesi elzemdir. Çünkü bu en etkili yöntemdir. Bunun sebebi, mağdurlar güç mantığına başvurduklarında ‘kurban’ rollerinin bitmesi ve çatışmanın bir tarafları haline gelmesidir. Bu da genellikle o coğrafyada bölgesel ya da küresel bir bölünmeye sebebiyet vermekle sonuçlanmaktadır. Geçmişte silaha başvurmanın makbul bir yöntem olduğu kabul edilebilir, ama bugün sadece büyük bir sosyal felakete yol açmaktadır.

Tiranlığa karşı girişilen devrimler konusunda da şu hususu çok iyi kavramalıyız: İktidarı elinde tutan generaller artık geçmişte olduğu gibi aptal değiller. İktidarı ele geçirme ve onu koruma meselesi, tüm boyutlarıyla kavranması gereken bir teori haline gelmiştir. Nitekim her rejim kendisine para ve nüfuz sahiplerinden oluşan güçlü bir kaide oluşturur. Zira rejimin hayatta kalabilmesi büyük ölçüde onlara bağlıdır. Bu kaide; işadamları, üniversite hocaları, medya profesyonelleri, din adamları ve hayatın her kesiminden çeşitli kurumları ihtiva eder.

Bunların tamamı kendi çıkarlarını ve geleceklerini mevcut iktidarın devamında görür. Bunun pek çok nedeni vardır; bazıları yolsuzluk yüzünden, bazıları da bir kısım Arap ülkelerinde görüldüğü gibi iç rekabet ya da bazı dinî kurumlar yüzünden iktidarı destekler. Bu hususta, insanların fırsat eşitliğini ortadan kaldıran mantıksız nedenler de görüyoruz. Söylemek istediğim şudur: Bazıları hedeflerini gerçekleştirmek için hırçın dalgalara atılma riskini alır. Tıpkı savaşlara katılan paralı askerler ve kiralık katiller gibi. Savaş (sebep ve sonuçları itibarıyla) onların umurunda değildir, tek istedikleri paradır. Biz burada sadece temel bir sorun kaynağı olarak parayı örnek verdik. Zira para toplumları felakete sürüklemede tek başına bir sebep olabilmektedir.

Bu sahne karşısında görünen odur ki, zor kullanarak değişimi gerçekleştirmeye yönelik herhangi bir girişim önce iç bölünmeye dönüştürülmekte, ardından ülkede bir iç savaş patlak vermektedir. Çünkü her iki taraf da kendi çıkarlarını kaba güç kullanımı yoluyla savunmaktadır. Toplumsal ortam aynı toplumu oluşturan bazı insanların dışlandığı bir yapıya dönüştüğü zaman çarpık bir durum ortaya çıkmaktadır. Böyle bir ortamda “orman kanunu” toplumun kalbine zorla yerleştirilmiş olur. Bu da tiranların başarabileceği en tehlikeli eylemdir.

Toplumsal eylem, eğitim, bilinçlendirme, farkındalık oluşturma ve ön şartsız diyalog en temel meselelerdir. Tüm bunlar ideal adaleti sağlamayı başaramasa da kan dökülmesini engelleyecek, toplumu bölünmekten uzak tutacak ve diyalog zemini oluşturacaktır. Bugün bizim ihtiyaç duyduğumuz şey de tam budur.

Çeviri: Fethi Güngör