Öğrencilerimle İmar Hukuku doktora dersinde şehrin imar problemlerini tartışıyoruz. Bugüne kadar imara dair davalarda, avukat meslektaşlarımızın ellerini rahatlatmak üzere bizden aldıkları mütalaaları verirken yaşadığım birbirinden örnekleri onlarla paylaşmaya çalışıyorum. Ama bir o kadar da öğrencilerimden öğrendiklerim oluyor. Bütün dertler ortak ve tespitler birbirine alabildiğine benziyor. Aklın yolu bir çünkü… İmar ilk bakışta görünenden çok daha derin anlamlar taşıyor aslında. Nasıl mı?

Bir ülkedeki medeniyet seviyesinin mutlak bir göstergesi olmasa da onun büyük- küçük bazı emarelerini yakalayabilirsiniz. İyi işleyen bir hukuk düzeni, insanların kamu düzeninin unsurları olan güvenlik, dirlik ve esenlik içinde yaşıyor olmaları; cadde ve sokakların temizliği, tarih ve kültür eserlerinin korunması, estetik değerlerin yüksek oluşu, okuryazarlık oranı, temizlik maddesi kullanımı, kâğıt kullanımı, hayvanların insanlardan korkmadan yaşıyor olmaları gibi birçok bileşen nereden baktığınıza bağlı olarak size herhangi bir ülke hakkında bir fikir verebilir…

Bunlara, medeniyet seviyesini dış dünyaya yansımalarının temel göstergelerden birisi olarak “imar” konusu eklenebilir. İmar, diğer birçok göstergenin çok ötesinde yerleşik düzene ve içinde yaşayan insanların devletin sisteminin ne olduğuna dair gerçekçi bir kanaat verir. Şehirleşme tarzı ve biçimlendirilen şehirde insan ve tabiat merkezli bir yerleşimde sosyal çevresiyle birlikte yaşamak, her insanın en doğal haklarından birisidir. Çünkü makul yerleşim, insanca yaşamaya fırsat verir. Plansız ve yığınlar halinde yaşamak ise günlük bir eziyet ve zulüm rutinini doğurur.

Aslında imar, doğrudan doğruya medeniyet demektir. İmar yani “bayındırlık”, etimolojik olarak mamur olma, medeniyetin inşasına işaretle “ümran” ile aynı köktendir.

Bozulan bir nesnenin onarılması anlamında tamir de aynı kökten (a’mara) gelir. İmarı bir şehir ölçeğinde düşünürsek, planlamayı, planlanan bozulduğunda onu düzeltmeyi/onarmayı ve sonuçta ümran (şen ve bayındır) bir yaşama ortamının hazırlanması borcunu idareye hatırlatır.

İmar, ehliyetli eller tarafından planlanmış bir düzendir. İmar, sonuçları yönüyle bakılırsa sadece mekânı değil, nüfusu ve sosyal düzeni de şekillendirir.

Planlama şehrin, ortaya çıkabilecek problemlerini önceden kestirebilen ve en başından itibaren engelleyen bir medeniyet göstergesidir.

Planlamanın yapıldığı şehirlerimiz varsa da problemlerin asıl yoğunlaştığı alan hızlı büyüyen şehirlerdir. Yine de, planlamada yetersiz veya geç kalmış olmak, gelecek için yeni bir başlangıç veya heyecanla yeni tasarımlar yapılmasına engel değildir. Açıkçası, zararın neresinden dönülürse kar olarak görmek gerekir.

Türkiye özellikle 1950’lerden itibaren köylerden şehirlere yeni hayatlar kurmak üzere ekonomik gerekçelerle haklı olarak akıp gelen kitlelerin en zorunlu ihtiyaçları olan barınmayı karşılamak üzere minimum standartlar ile kurulmuş bir yapılaşmaya dayanıyordu. İmar ve kalkınma, baş abaş yürütülmesi gereken iki planlı büyüme alanı olmalı. Bir tercih gerekirse imar ve yapılaşma konusu, kalkınmadan ve gelir dağılımında adaleti sağlamadan çok daha öncelikli ve insanca yerleşip yaşama gibi temel önceliklerden birisini içerir.

Çocukluğumuzun İstanbul’unda tipik yerleşim tarzı neredeyse “gecekondu” ve çarpık yapılaşma idi. İnsanlara iç içe evler kurmaları engellenemiyor, yapanın yanın akar kalıyordu. Bunun yerine, hiç olmazsa sadece geniş yollar zorunlu olarak bırakılarak üzerlerine yerleşmek yasaklanmış planlar ve mevzuat uygulamalarıyla sağlanabilseydi tek araç geçebilecek sokakları sadece asırlık semtlerde görüyor olacaktık. Geniş ve planlı yolların çevresindeki her türlü yapılaşmanın ıslahı çok daha kolay olabilirdi.

Siyasi gerekçeler, hoşgörü, birbirini idare etme, hemşerilik bağları ve sonuçta sürekli imar afları, dünyadaki bu konundaki bilim ve tecrübeyi izlemeye ve aktarmaya mani oldu. Sonuçta zafiyetler, plansız ve mega köyleri ve şehir benzeri yığınlaşmaları ortaya çıkarmış oldu.

Çarpık yapılaşmanın ortaya çıkardığı insani felaketten, Türkiye’nin kimlikli ve kadim şehirlerinden İstanbul da, Bursa da nasibini alırken yeni devletin başkenti olarak bir proje şehir olarak planlanan Ankara da umulanın tam aksine çarpık yapılaşmanın kurbanı olmuş oldu. İzmir Ege’den, Ankara özellikle Orta Anadolu’dan, İstanbul ise bütün Türkiye’den iç göç alarak kontrolsüz ve keyfi yapılaşmanın dayanılmaz yüküne yenik düştü.

Dünyada bu konuda tek değiliz tabii ki… Fakat kötü örnekler daha iyiye gitme yolunda emsal olamaz. İmar konusunda başarılı olan ülkeler, ülke çapında ve şehir çapında nazım imar planlarını düzenleyerek geniş arazileri strateji, plan ve uzman raporlarıyla inceden inceye tasarlayarak bu işi başarıyorlar. Sovyetler Birliği’nden, Eski Yugoslavya’ya, Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa’ya kadar bu örnekleri fazlasıyla görebilirsiniz. Washington, Adelaide, Jaipur, Mont Real, Belo Horizonte, Aşkabad, Bakü, Astana, Bişkek vb. iyi planlanan şehirlerden sadece birkaç örnek.

Konya ve Kayseri arazi genişliğinin avantajları dolayısıyla; Erzincan ise gördüğü iki deprem felaketi sonrasında en iyi planlanmış şehirlere ülkemizden üç örnek…

(Devam edeceğiz…)