Bilinen tarihi hikâye şöyle…

Ayasofya, Bizans İmparatoru 1. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında, yani 5 yıllık kısa bir zaman diliminde inşa edildi. Tarihi Yarımada’nın merkezi olan eski şehrin tam da merkezine. Bazilika planlı bir patrik katedrali…

1453 yılında İstanbul’un fethedilmesinden sonra büyük Fatih Sultan Mehmet Han tarafından camiye dönüştürüldü.

1930-1935 yılları arasında restorasyon bahanesiyle halka kapatıldı. 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı Bakanlar Kurulu (başlarında İsmet İnönü bulunuyor) kararıyla da müzeye çevrildi.

Neye karşılık yapıldı, bilinmiyor…

Basit hatlarıyla durum bu…

Fakat bu kararla ilgili çok ciddi iddialar var. Bunlardan en önemlisi: 24 Kasım’da 1589 sayılı kararla müzeye çevriliyor ve kayıtlara böyle geçiyor. Ancak bundan 2 gün önce hazırlanan kararname sayısı bile 1606. Burada ciddi bir çelişki var. İkinci iddia veya şüphe ise kararın Resmi Gazete’de yayınlanmamış olması. Üçüncü şüphe daha vahim: Mustafa Kemal’in imzasının sahte olması. Çünkü Paşa, “Atatürk” unvanını 27 Kasım 1934 tarihinde resmi olarak aldı. Unvan kararının altındaki şerh (Resmi Gazete, 27 Kasım 1934) ‘sahte imza’ meselesini güçlü kılıyor: “Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.”

Bu konu tarihçilerin ve araştırmacıların meselesi –ki muteber iki tarihçi Erhan Afyoncu ve Yusuf Halaçoğlu’nun konu hakkındaki açıklamaları çok önemli.

Ayasofya yeniden cami olur mu olmaz mı onu bilemem. Danıştay bu konudaki kararını 2 Temmuz’da açıklayacak.

Ancak daha mühim bir meseleyi tartışmamız gerekiyor.

Ayasofya’yı müzeye dönüştüren partinin (CHP) bugünkü İstanbul vekillerinden İbrahim Kaboğlu, önceki gün çok ilginç bir laf etti. Dedi ki: “Benim görüşüme göre Topkapı Sarayı da müze olarak korunmalı, Ayasofya da müze olarak korunmalı hatta Sultanahmet de müze olmalı çünkü bunlar artık bizim kendi şeyimiz değil, kendimize özgü değil, insanlığın ortak mirasıdır bunlar.”

Ayasofya’nın müzeye dönüştürüldüğü tarihlerde Sultanahmet Camii’nin kütüphane olarak kullanılması meselesi de tartışılmıştı. Bu konuda merhum tarihçi Semavi Eyice’nin notlarına bakılabilir. Fakat bunu beceremediler. 80 yıl sonra yeniden ve başka bir oyunun parçası olarak tezgâha çıkarmaya çalışıyorlar.

İmdi burada bir nefes alalım…

Fethin sembolü olan Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılmasına karşı çıkmak ahmaklıktır. Kendini hala müstemleke olarak gören zevatın, “aman Avrupa ne der” diye ödü kopan beyazların, “zaten on binlerce cami var” diye mızmızlananların anlayabileceği bir şey değildir bu.

Öyle olduğu için bu güruhtan…

Endülüs’te bara, pavyona çevrilmiş mescitlere…

Müzeye dönüştürülmüş sembol İslam mirasına…

Ermenistan’da yüzyılın ortalarına kadar korunan ve şimdi yerinde yeller esen ecdat yadigarlarına…

Balkanlar’da… Savaşların ardından birçoğu neredeyse kepçe ile kazınan muhteşem yapılara. Hali hazırda kilise, lokanta olarak kullanılan tarihi eserlere…

Hatta sadece Türk yapısı diye Kâbe’nin etrafındaki revakları yıkan Suud’un barbarlığına…

Karşı bir iç yanması beklemek hayalcilik olur.

Daha geçen hafta Güney Kıbrıs’ta bir camiye Bizans bayrağı asıldı. Tek kelime dahi etmediler.

Buradaki iki yüzlülük şaşırtıcı…

Yani gavur, Türklerden kopardığı topraklardaki Türk eserlerini hoyratça yok edecek, amacı dışında kullanacak, kendi istedikleri gibi değerlendirecek…

Biz, çağ değiştiren bir fethin sembolü olan tarihi bir miras üzerinde hak talep edemeyeceğiz, etmeyeceğiz. Yahut bu hakkı egemenlerin istediği gibi kullanacağız.

Akıl alır gibi değil!

Üstelik, her bir taşına…

Hatta her bir kum tanesine kadar Müslüman olan Sultanahmet için “bizim şeyimiz değil” diyeceksiniz.

Akıl tutulması hafif bir tabir.

Artık büyüyün, kendinize gelin, akılcı olun…

Allah hepinize, hepimize basiret versin; ne diyeyim…