Ekonomik krizler, dünyanın farklı ülkelerinde, hatta sanayisi gelişmiş ülkelerde meydana gelen doğal bir sorundur. Bu sorunların mutlaka küresel komplolar ya da uzaylıların müdahalesi sonucunda meydana gelmesi de gerekmez. Bunlar genellikle arz-talep dengesinin bozulması sonucunda meydana gelen doğal krizlerdir. Dolayısıyla asıl önemli olan, ülke ekonomisinin krizlere rağmen nasıl yönetileceğidir. Başarılı ülkeler, yabancı da olsalar en deneyimli ekonomistleri arayıp getirirler. Ardından bu krize çare olacak gerçekçi çözümler bulmak için saatlerce çalışırlar. Böylece ekonomi yeniden toparlanır.

Ekonomik krizi derinleştiren sebeplerden biri, genellikle bu krizin iç politik çatışmaların içine sokulmasıdır. Böylece genel bir ulusal kriz olmaktan çıkarılarak bir iç eko-politik krize dönüştürülür. Bu doğru olsa bile, bir kriz durumunda yapılması gereken, ekonomik krizler sosyal krizlere dönüşmeden ve işler büsbütün kördüğüm olmadan önce çözüm yollarına ulaşma çabalarının birleştirilmesidir.

Uygulamalarda görüldüğü üzere iç siyasi krizler, yerli sermayenin dışarı kaçmasına ve yabancı yatırımcıların fotoğraf netleşene kadar duraklamasına yol açmaktadır. Bu da işsizliğin artmasına, küçük işletmelerin kapanmasına ve büyük işletmelerin faaliyetlerini yavaşlatmasına neden olmaktadır. Bu süreç ekonomide ciddi bir geriye düşüşe sebebiyet vererek ülkeyi ağır borç yükü altına sokar. Bu manzara üçüncü dünya ülkelerinde her zaman görülen bir durumdur. Çünkü bu ülkelerin ekonomileri temelde sabit kurallara dayanmamaktadır. Bu yüzden de krizlere dayanamamaktadır.

Büyük ülkelerde ekonominin güçlü olmasının nedenlerinden biri, yatırımcıların -haklarını koruyan istikrarlı yasaların varlığı sebebiyle- kendilerini güvende hissetmesidir. Oysa üçüncü dünya ülkelerinde anayasa bile bir parça giysi gibi kolaylıkla değiştirilmektedir. Siyasi partiler, futbol oynar gibi iktidara üşüşmektedir. Ardından, ‘vatandaşın ekmeğini çalıp yiyenler’ yaftasıyla sorumluluk mültecilerin omuzlarına yüklenmektedir. Lübnan’da ve diğer bazı ülkelerde olduğu gibi…

Daha da garip olanı, işsizlikle mülteci krizleri arasında bağlantı kuranların varlığıdır. Oysa bu iddia iktisat ilminde imkânsızdır. Zira yabancı ülkelerde yasal izin almadan çalışan mültecilere -eğer ülke ekonomik bir kriz geçiriyorsa- göz yumulur. Bunun sebebi şudur: “Kara işçilik” dediğimiz pazar kuralları dışındaki (kayıt dışı) işgücü faaliyeti, ülke kalkınmasına dolaylı yoldan katkıda bulunmak anlamına gelmektedir. Zira küçük işletme sahipleri, ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldığında iki seçenekten birini tercih etmek durumunda kalır: Kapatmak ya da ürünlerin fiyatında indirim yapmak. Bu ikinci seçenek ucuz işgücü gerektirir. Bu noktada düşük ücretle çalışan mülteci kahramana dönüşüverir. Çünkü bu insan bir lokma ekmek karşılığında ekonomiyi kurtarmaya katkıda bulunur. Zira küçük ve orta ölçekli işletmelerin kapanmadan işlemeye devam etmesine katkı yapar.

Gelişmiş ülkeler hava sahalarından geçen rüzgârlardan bile yararlanıyor ve onlardan yararlı enerji üretiyorlar. Çünkü öncelikli değer, (her şeyin) ‘insan için’ olmasıdır. Çünkü vatan (toprak parçası değil) bizatihi insandır. İktidar kaygılarını yoğun şekilde yaşayan ülkelerde, herkesin çözüm aramak yerine gerekçelerle uğraştığını görürsünüz.

Çeviri: Fethi Güngör