Birçok konuda olduğu gibi sanırım ‘sevinme ’ konusunda da frenimiz yok bizim. ‘Sevinme ile Şımarma’ arasındaki o ince çizgiyi maalesef iyi belirleyemiyoruz. Ve dahi birçok kez ölçüyü kaçırıyor, mutluluğu elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. Peki, şımarmak doğru mudur? Yahut şımarmanın ya da şımartılmanın bir ölçüsü var mıdır? Farkında olmadan bizim sevindiğimiz bir şey, bir başkasının üzüntüsü olabilir mi acaba? Hak ettiğimizi düşünüyor şımarıyor ya da hak ettiğini düşünüyor şımartıyoruz muyuz? Sanki oradan ‘Hayat kısa! Arada bir şımarmak da lazım’ birader dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki madem, ‘güneşli ihtimaller’ var mı buyrun birlikte bakalım…

Allah herkesi sevindirsin. Ama sevinirken de türbülansa düşürüp, ölçüden de uzaklaştırmasın. Fahri Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V); ‘İşlerin hayırlısı orta olanıdır!’ buyurmuştur. ‘Zihinlerimizdeki sınırların’ ya da ‘çamurdan yaratılmış’ olmamızın bu konu ile bir alakası var mıdır bilemiyorum. Lakin şımarmanın ‘ben artık oldum, ben başardım’ demekle yakından ilgisi olduğuna eminim. Çünkü bu ‘olmak’ mevzusunun içerisine birçok şeyi sığdırabiliyorsunuz. Mesela;‘nefsinizi kamçılayan o paranızı-pulunuzu, malınızı-mülkünüzü, soyunuzu-sopunuzu, makamınızı- mevkinizi veya size ait olduğunu düşündüğünüz tüm yeteneklerinizi…’  Kısacası kendinize üstünlük olarak neyi vehmediyorsanız alayını bu torbanın içine koyabiliyorsunuz. Ha! Bu ara unutmadan şunu da belirtmek isterim ki; ‘Kanatsız Melek’ desinler diye gereğinden ve hak ettiğinden çok fazla ilgi gösterip üzerine titrediğimiz kişilerde amiyane tabirle ‘ilgi maymunları’ kategorisine giriyorlarmış! Bilin istedim…

Kıymetli dostlar şımarmak zinhar bir Müslümana yakışmaz. Müslüman, sevinirken de üzülürken de ölçülü olmak durumundadır. Ölçülü olmak bir erdemdir ve fevkinde bir öneme sahiptir. Allah katında makbul olan tevazu, itidal üzere olanıdır. Allah bütün insanları en güzel şekilde yaratmıştır. Hiç kimse doğduğu yeri, cinsiyetini, ana-babasını ve dilini seçemez! İnsanların birbirlerine olan üstünlükleri ancak Allah’ın emir ve yasaklarına olan hassasiyetleri ile derecelendirilebilir. Malın, servetin, gücün, makamın, bilginin ya da yeteneğin bir imtihan vesile olduğunu unutmak, kişide önce ahlaki çürümeye sonrada olgunluk ve irtifa kaybına da sebep olur. Hiç kimsenin şımararak diğerine karşı gurur, kibir, öncelik ve üstünlük iddiasında bulunması doğru değildir. Kişiyi Rabbi’nden uzaklaştıran her şey, heva hevesten ibarettir. Sürekli olarak ben yaptım, ben ettim demek Allah’a iftiradır. Samimi bir kula böyle hal ve söz asla yakışmaz. Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hak fırsat, imkân ve kabiliyet vermeseydi hiç kimse hiçbir işi doğru düzgün yapamazdı. Yalan rüzgârlarına kapılıp ezberlere teslim olmayalım. Hatırlasınız. Zamanın en ileri teknolojisi ile yapılmış ve kesinlikle batmaz gözüyle bakılan ‘Titanik Gemisi’ 14 Nisan 1912 tarihindeki ilk yolculuğunda battı değil mi? Geminin kaptanı olan insan hurdası Edward Smith, yolculuk öncesi şımararak ‘Bu gemiyi tanrı bile batıramaz!’ diyordu. Ne oldu peki? Gemi ile birlikte içindeki 1513 yolcusu okyanusun buz gibi suların içerisinde yok olup gittiler. Yine öte taraftan dünyalar kadar mal ve servete sahip olan ve bununla övünen “Karun’a’’ kavmi nasıl seslenmişti; “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez…” (Kasas, 76.)

Velhasıl demem o ki kıymetli dostlar; sevinelim sevinmesine de gelin henüz daha vakit varken nefsimizi ve duygularımızı bir restore edelim. İntiham vesilesi olan; parayı pulu, makamı mevkii, aklı ve zekâyı veren Cenab-ı Allah’a çokça şükredelim. Haddimizi bilip, faziletli olalım. Bu saatten sonra artık bize yakışan; olgunluktur, aklıselimdir, vicdandır, ölçüdür.  Dünyanın geçici zevklerinin peşinden fütursuzca koşarak artık daha fazla kendimizi kaybetmeyelim. Kendini bulmak isteyenler mi? Onlar da kendilerini bi zahmet kaybettikleri yerde arasınlar…

Selametle…