Hazırlayan: Akif İnan Anadolu İmam Hatip Lisesi genç yazarları

Duyduk ki bugün başörtülüler okula girebilecekmiş. Okula gidebilme hasretiyle yanan bir kız çocuğu, heyecanla evden hazırlığını yapıp çıkar, özlediği kitap kokusunu içine çekerek kitaplarını çantasına koyar. Okula girebilme ümidiyle kalbi yerinden fırlayacakmışçasına bir heyecanla yola düşer.

Yarım saatlik bir yolu koşar adımlarla yürüyüp bir çırpıda okuluna varan annem, okulun önünde onu bekleyen; Toma, Zırhlı araçları ve o dönemin, “Robokop Polis” dedikleri çevik kuvvet polislerini karşısında görünce ümidi yıkılır ve çok öfkelenir. Polisleri gördüğüne mi yansın, yoksa onu yalnız bırakan dava arkadaşlarına mı?

Yer; Güngören İmam-Hatip Lisesi ve polis ordusunun karşısında bir başına kalan bir kız çocuğu... Yaş, 15; cüsse küçük ve omuzlarında yaşının ve cüssesinin çok üstünde bir dava yükü. Bir başına kalmışlığın çaresizliği… Gözlerinde, dava arkadaşlarının gelmesinin ümidiyle karışık, korku dolu bakışlar...

Aklında Sakarya Türküsü’nün şu mısraları:

Eyvah, eyvah Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük…
Ne ağır imtihandır başındaki Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
Derken orta yaşlı, göbekli, saçları biraz kırlaşmış biri bu kız çocuğuna doğru gelir. Kız, ümitlenir. Bu yaklaşan adamı, dava arkadaşlarından birinin babası zanneder.

Adam, “Niye bekliyorsun?” diye sorar. O da okula girmek istediğini ama okula alınmadığını, Müslümanların birlik olamamalarından, sadece mitinglerde bağırmayla davanın omuzlanabileceğini zannetmelerinden dert yanarken adam, kızcağıza çıkışır.
“Bu kadar okumak istiyorsan neden başını açıp eğitimini almıyorsun?” diye konuşmaya devam edince, Annemin, o adamın dava adamı olmadığını anlaması uzun sürmez. Adam, konuşmasının devamında, “Bunları bana anlatacağına şuradaki kameralara anlatsana” dediğinde annem cevaben:

Onlar benim konuştuklarımın hepsini yayımlamazlar, çarpıtırlar. O yüzden gerek yok, der. Adam, annemi, kameralar karşısında konuşmaya ikna etmek için çalışır. Bu sırada birkaç çevik kuvvet polisi; adama, “Bir emriniz var mı komiserim?” diye hitap eder. Annem, donar kalır ve bir saattir konuştuğu adamın komiser olduğunu anlar. Korku, panik ve heyecan içerisinde, polis ve komiserin konuşmasının bitmesini bekler. Ne yapması gerektiğini bilmez ve tutuklanma korkusu içerisindeyken komiser, anneme döner ve “Bu seferlik affediyorum ama bir daha boyundan büyük işlere kalkışma!” diyerek annemin evine dönmesini ister. Annem, bir başına, hiçbir şey yapamayışının çaresizliği içerisinde evine döner ve o günden sonra da tek başına ne yapabileceğinin çaresini aramaya başlar.

Sonuç…

Annem; davasında bir başına bırakılmışlığın çaresizliği içinde, açık öğretime başlar. Her ne kadar, zaman zaman başörtüsü sıkıntısını çekse de açık öğretimini tamamlar. Okumak istediği bölümleri okuyamamanın verdiği ıstırap içerisinde, içindeki kitap ve defter kokusunun hasretini, açık öğretimle teskin etmeye çalışır ancak nafile… Hayalleri ve hayatı elinden alınmıştır ve artık geri dönüş yoktur. Sonrası malum…

Bitmek bilmeyen bir öfke, çalınmış bir eğitim hayatı ve hüzün!
Senin sözün yoktur ölüm
İki hecesin dilimde
Soğuk bir dokunuş ömrüm
Son çırpınış bedenimde
Taş anlatır seni bize…
Kara toprak senindir oy…

Ebubekir DÖNDÜ

***

KARARSIZLIK

Eğer bana birisi, “Kendi hakkında bir özellik söyler misin?” diye sorarsa “Kararsızlık, benim yakama yapışan kötü bir huydur.” derim. Bu konuyu sizlere nasıl anlatacağım hakkında epeyce düşündüm. Yaklaşık olarak yarım saattir masanın başında, bu konuyu nasıl anlatsam, diye düşündüm. O sırada aklıma, Edebiyat Hocamız Nabi Küçük’ün sözleri gelip durdu. Hocamızın, yazma konusunda bir sloganı var:

“Düşünmeden yaz, satır aralarında boşluk bırak (doğru söyledim mi emin değilim), oğlum bak, adam senin önüne koyacak kâğıdı, yaz bakalım hayatını, diyecek. Sen taş gibi kalacaksın, hâlâ burada konuşuyorsun. (Yazma yeteneğim, biraz gelişti galiba.)

Neyse ben asıl mevzuya geleyim, birkaç tane örnek vereyim. Geçenlerde bir çay ocağında çay içeceğiz babamlarla. Çaycı amca geldi, amca sordu ne içeceksin, diye. O sıkıntılı anlar başladı, bu olay aslında kısa sürdü fakat kötü bir tedirginlik değildi.

“Çay mı yoksa oralet mi, hangisi?”
Sonra amca, önüme çay koydu ve dedi ki bak seni kararsızlıktan kurtardım. “Bana dua edeceksin hee!” dedi ve gitti, biraz da şiveli söyledi bunu. Belki bu durum size göre çok da sıkıntılı bir huy gibi gözükmüyor olabilir, ama sık sık yaşıyorum ben bunu.
“Bilmiyorum, bilmem ki…” gibi sözcükleri çok kullanmak, bunun sonucunda da karşınızdakinin zamanla gıcık olmasına sebep olabiliyor. Bu da pek güzel olmuyor tabi. Hakkınızı helal edin, biraz fazla beyhude konuştum sanırım, Allah'a emanet olun.

Ahmet İrfan EKİZTEPE

****

AYASOFYA

Bu yaz Ayasofya’yı, sevgili arkadaşım Ömer ile beraber gezecektik. Ertesi gün de Ayasofya Camii tekrar ibadete açılıyordu. Biz de sabah namazını orada kılalım, ardından Yerebatan Sarnıcı’na geçelim, dedik. Sabah erkenden kalkıp yola koyulduk. Birkaç otobüs aktarması ardından Ayasofya’ya varmıştık. Biz oranın çok kalabalık olacağını bildiğimiz için erkenden gitmiştik. İçeri girerken yoğun bir kalabalık vardı. Sonunda camiye girmiştik. İçerisi düşündüğümden de güzeldi. Tavanlarda bulunan isimler, ayetler ve birbirinden güzel süslemeler…

Namazımızı kıldıktan sonra çıktık ve oradaki ünlü sosisçide bir şeyler atıştırdıktan sonra etrafta turladık. Öğle namazını ise Sultanahmet Camiinde kılıp Yerebatan Sarnıcı’na gitmek için tekrar yola çıktık. Yaptığımız iki otobüs aktarmasından sonra Yerebatan Sarnıcı’na gelmiştik. Birazcık sıra bekledikten sonra içeri girmiştik. Ömer’in çok güzel bir fotoğraf makinesi vardı. Bu yüzden çektiğimiz fotoğraflar çok kaliteliydi. İçerisi gerek eni gerek sütunlar gerek desenler olsun, gerçekten çok güzeldi. Ömer ile içeriyi gezdikten sonra çıktık. Benim bildiğim, manzaralı çok güzel bir yemek mekânı vardı. Çıkışta oraya gidip yemeğimizi yedikten sonra Başakşehir’e dönüp evlerimize dağıldık. Gerçekten güzel bir gündü.

Ömer EREN

Editör: TE Bilisim