Ağaçların ‘bariyer’ gibi göründüğü masalsı yol; kıvrılarak, alçalıp yükselerek karşıdaki köye gidiyor. Bazen uçurum kenarından keskin virajlar alıyor; kimi zaman da dar köprülerden geçiyor. Köşe başındaki çeşme, hiç durmamacasına yılları, mevsimleri döküyor; her dönem serinlik akıyor. Buğday başakları arasında boşluk bulan güneş, arabanın hızını yakalayıp kırıla kesile içeridekilerin gözlerini ısıtıyor. Mısır, fındık, pancar ve ayçiçeği tarlaları, ‘rahmet ve ilahi merhamet’ yayarken bakanların yüreğine, araba da geride bırakıyor aksıra tıksıra giden motosiklet üzerindeki köylüyü…

*

Az ilerideki tozlu yol aileyi herkese ait dünyadan sadece kendilerine dair dünyalarına sokuyor. Herkesin yolu; bir anda yalnızca kendilerinin yolu oluyor birkaç metre sonra… Geride kalan eski yol, bir başka dünyaya açılırken; aile köprüyü aşıp bir ülkeden, bir iç ülkeye giriyor.

*

Birçok kişinin hayata başladığı eşik, “metruk” ebe evi sakinliğiyle karşılarken misafirlerini, düşündürtüyor “ateşli” o hareketli günleri… Ve kırık camları, yanmış odaları, dökülmüş sıvaları, çatlamış duvarları, yere yatmış kapısıyla salaş yapı, aynı zamanda tüyler ürpertiyor. Bu virane halinde bile şifa dağıtan günlerindeki tentürdiyot kokusu, sanki yoldan geçenlerin yüreğini yakıyor, “geçmiş” özleniyor.

*

Sağdaki tarlalarda bir küçük çocuk… Daha seksek oynayacak yaşta… Öfkesi körüklendiğinde ‘bir takım matador’ bile zapt edemeyecekken; o bir sürüye mukayyet oluyor. Umutları, hayalleri kanaatkâr… Gördükleri kadar, düşündükleri de…

Soldaki yamaçta, eteğini bohça etmiş kadın, köy hayatı için “çalışkan” denmeyecek, ama şehirdekilere oranla da gayreti dağları yerinden oynatacak gibi dururken; eğilip kalkarak bir şeyler topluyor. Araba, her biri sanat kokan bu yarım manzaraları rüzgârla geçiyor; geçtiği yerlere de ‘İstanbul’dan kalma hoyratlıkla’ toz bırakarak kirletiyor.

*

Yamaçtaki köye arabasıyla girmesi ailenin, bütün gözleri de üzerinde toplamasına yol açıyor. Ve arabayı kullananı mecburi bir saygıya, minnet ve nezaket gösterisine zorluyor. Yoldakilerin istinasız ve ihtimam ile eğilen başları, kapı önlerindekilerin mutat şekilde kalkan elleri, muhabbet dolu bir dünyaya girdiğinizi hissettiriyor. Sizi hiçbir karşılık beklemeden “hemen” içlerine kabul eden bu insanların cömertliğini kısa zamanda görüyorsunuz… İstediğiniz kapıyı tıklayın, hepsi sizin eviniz… Burada artık zaman yok. Bir çocuğun gözlerinde yakalayabilirsiniz hayatı… Güneşin doğduğunu fark edebilirsiniz sabahları… Veya akşamları siz uğurlarsınız günü…

*

Ağaçların dalları bereketiyle kırılıp dökülüyor. Rengârenk çiçekler yol kenarlarını kuşatmış salınıyor. Mezarlığa doğru başını kaldırıp baktığında, dağ bütün heybetiyle, ilahi bir kudreti yansıtıyor; sen de haddini biliyor, küçülüyor ve un ufak oluyorsun. Tarlalardaki ekinler, mukaddes örtü gibi yayılıyor. Edebini takınıyor, “saygını” kuşanıyorsun.

*

Caminin karşısındaki eski okuldan, harfler bahçeye dökülmüş; tebeşir kokusu ağaçların dallarına yapışmış; hissediyorsun… Köşe başındaki eski kahve ve misafir konağı nostaljik bir havayı göğe doğru saçıyor. Bu eski Rum köyünde, büyüklerinin yanındayken hem geçmişini, hem de aidiyetini “melankolik özne” olarak hatırlıyorsun.

*

Sakarya’nın havası ile ceplerini doldurup, günlere doymuş insanların kucak dolusu duaları ile bu kadim topraklardan ayrılırken içinde bir vaveyla kopuyor. Geride bırakmak istemiyorsun mezarları… ‘Onları da yanımda götürmek olsa’ diye mum ateşi yanıyor içinde; eriyor, akıyor yüreğine doğru… Organik bu hayatın saflığı içini temizliyor, papatyalardan kalbine taç yapıyorsun ve “yenilenmiş” olarak tekrar kirlenmeye dönüyorsun…