Üniversiteler, toplumun önünü tıkayan ekonomik engelleri, sosyal ve hukuki engelleri zamanında belirleyip karar mekanizmasının başındakileri uyarmakla da yükümlüdür. Bir anlamda, ülkenin yönetiminde ülke çıkarlarını gözeterek siyasete, endüstriye, piyasaya doğru danışmanlık sağlayan adresler olmalıdırlar. Hukuk, uluslararası ilişkiler, ekonomi ve hatta güvenlik konularında dünyada var olanı öğrenip süzerek bunlardan ülkenin milli çıkarlarına uygun sonuçlar çıkararak yöneticilere sunma görevleri olmalıdır. Bunun “mefhum-u muhalifi”nden hareketle, üniversitelerin, eriştikleri veya ürettikleri bilginin üzerine oturamayacaklarını, bu güçlerini toplum karşısında bir ayrıcalık veya ezme aracı olarak kullanamazlar.

Ayrıca, üniversite evrensel olanın yanında, yereli de kucaklamalı, ona saygı göstermeli ve değerlendirmelidir. Üniversiteler bu yolla, toplum hafızasını tazelemek, toplum lehine bilgiyi toplamak, sahip çıkmak, üretmek, yaymak ve toplumun hizmetine sunmak üzere kurulmuş merkezler olarak da düşünülmelidir. Halkbilim, sosyoloji, tarih, edebiyat, dilbilim, sanat tarihi gibi alanlar bunun tipik örneklerindendir.

Gerçekten Türkiye’de üniversitelerimizin bilimsel bilgiyi üretme, sosyal ve kültürel katkı sağlama, teknoloji, patent ve inovasyon üretiminde hangi noktada olduğuna kafa yorulmalıdır.

1990’lardan sonra göreceli olarak belirli adımlar atılmış olsa da bugün gereken yerde ve yeterli seviyede olup olmadığımız çok su götürür. Üniversiteler tartışılırken topluma ne tür rehberlik ve katkı sağlanabildiği; emanetin ehline teslim edilip edilmediği; rekabet ortamının oluşturulup oluşturulamadığı; üniversitenin ürün olarak ortaya çıkardığı değerin piyasada yerini bulup bulmadığı; ticaretle ve hayatın pazar ve endüstri gibi diğer gerçek alanlarıyla temasa geçilip geçilmediği gibi konuların sürekli gündemde tutulması gerekir.

İş pratiğe geldiğinde, erişilmesi gereken bu hedefler, yeterli sayıda ve nitelikte öğretim üyesi yetiştirilememesi ve hatta geçmişte yeni öğretim elemanlarının yetişmesinin planlı şekilde engellenmesi gibi gerçekler karşısında istenilen amaca ulaşamadı. İdeolojik dayatmalar, haksız kadrolaşmalar, akademi içi çıkar gruplarının oluşması, yetersiz kaynak, başarının ödüllendirilmemesi güçlü ve rekabetçi üniversitelerin oluşması önündeki en büyük engeller oldu.

Şüphesiz, bilim adamlarının dünya görüşlerinin ve ideolojilerinin olması son derece normaldi. Fakat bu onların bilimsel bilgiyi üretmelerine, hakikat arayışlarına ve ülkeye katkı sağlamalarına engel olmamalıydı. Bu, özellikle sonrası için birçok problemi türetmiş olan 28 Şubat döneminde, tam bir ideolojik kıyıma dönüşmüştü.

Türkiye, geçmişteki bütün sistemik, bürokratik ve ideolojik kargaşa ve karmaşayı geride bırakıp artık üniversitelerini bilim-teknik ve akademinin gereklerine göre yeniden tasarlamalı; ideolojik bariyerler yerine, toplumun ve ülkenin ihtiyacı olan her alanda, bilgi ve “hakikati” araştırma ve katkı sağlama yükümlülüğünü hatırlamalıdır.

Dünya çapında yarışacak rekabetçi üniversitelerin kurulması veya kurulanların desteklenmesi; patent ve innovasyon üretecek, üretilenlere ülke içinde sahip çıkabilecek bir yapının ortaya çıkarılması; taklitçi olmayan, orijinalliğe önem veren, komplekssiz ve üretken yapılar kurulması, yükseköğrenim politikamızın temel hedefleri arasında olmalıdır.

Meslekî bilgiye, kafa ve el becerisine sahip, medenî şekilde görüşlerini ileri sürme, kendini savunmaya ve tartışmaya özgüveni olan; üretme potansiyeline sahip, mesleğini severek yapabilecek, sosyal sorumluluk alabilecek, alanında inisiyatif geliştirebilecek, yaşadığı topluma katkı derdi olan bireyleri yetiştirecek bir ortamı kurmak üniversitelerimizin temel görevleri arasında olmalıdır.