Daha az gelişmiş ülkeler bir yandan tabii afetlerden paylarına düşeni alırken herhangi bir çevreci planlama yapamayarak ülkelerini tahrip oluşunu izlemeye devam ediyorlar. Bu ülkelerdeki ortak tablo şöyle gözüküyor:

Onlar, tarım alanlarını yerleşime açmak, sanayi atıklarını içme sularına karıştırarak tarımda başka ülkelerin yasakladığı ağır ilaçları ve yaygın suni gübre kullanımına izin vermek ve erozyonu umursamamak suretiyle topraklarının yok edilmesini bir yabancı gibi izliyorlar. Yine bu ülkelerin ortak özellikleri olarak kurak toprakların yerleşime açılması yerine sulu tarıma müsait verimli topraklar yerleşime açılıyor.

Belki de bu tablo şu önemli gerçeğin farkında olunmamasından kaynaklanıyor: Bir araziyi yerleşime açtığınızda, toprağın üzerinde tarıma müsait olan birkaç metrelik ince tabaka hafriyat olarak çıkartılıyor. Onun yerine çimento, harç, kireç bulaştığından geri kalan toprak artık tarım arazisi olmaktan çıkmış oluyor.  Bu binalar yıkılsalar bile o toprak bir daha üzerinde yeniden tarım yapılamayacak şekilde tarım toprağı olma vasfını kaybediyor.

Az gelişmiş ülkeler bu gerçeğin ya farkında değiller ya umursamıyorlar ya da kısa vadeli küçük hesaplar peşinde ülkelerini tahrip ediyorlar.

Geçmişte Anadolu’da kurulan şehirler büyük akarsu yataklarına yakın tutulmuş; içme suyu, temizlik ve sulama amaçlarıyla kullanılmış ve kaynakların kirletilmesine hiçbir zaman izin verilmemiştir.

Bugün 1950lerden bu yana devam eden trendle, bizim de büyük yerleşimlerimizde akarsu yataklarının ortadan kaldırılmış olduğunu; üzerlerine bent oluşturacak şekilde devasa binaların dikildiğini görüyoruz.  Şehirlerde önü tıkanan dere yatakları, aşırı veya uzun süren her yağış sonrasında sel ve taşkınlarla ortaya çıkıyor. Helikopter görüntüleri, dere yataklarını kim ne desin gizlenemeyecek şekilde gün gibi ortaya çıkarıyor.

Bir başka önemli konu da insanoğlunun kendi elleriyle toprak ve gökyüzü temasını kesmesi zulmüdür. Türkiye’de üniversitelerde “Yaban Hayatı” kürsülerini ilk kuran kişi olan ağabeyim Prof. Dr. İdris Oğurlu’dan çocukluk yıllarımdan beri çevre konusunda müzakerelerini dinlemişimdir. Bunlar arasında, toprağın üzerini betonla kapatarak bir zulüm yaptığımızdan bahsederdi. Şehirlerde biriken yağmur suyunun toprak tarafından çekilememesi dolayısıyla, yer altında nemsiz katı bir toprak kitlesi oluştuğundan, altındaki milyarlarca canlı ve mikroorganizma, tabii yaşama alanlarında hapsolup ölebiliyor; betonun üzerindeki su ise sellere sebep olabiliyor. Ondan dinlediğim konulardan diğer bazıları, akarsuların hoyratça kirletilmesi, çevreyi tahrip eden şehirleşme ve çarpık yapılaşma geliyor. Her biri aslında hayati konular arasında gündemde her zaman kalmalı.

İstanbul’daki afet, her zaman olduğu gibi şehrin alçak bölgelerinde daha büyük tahribata sebep oldu. Kentsel dönüşüm mutlaka gerekliyse öncelikli olarak dere yataklarının elden geçirilmesi ve açılması, eğer mümkünse eski akarsuların yeniden canlandırılması ve milli parkların oluşturulması gerekir. İstanbul büyüdükçe bu sosyal ve çevre ihtiyacı kendisini daha fazla gösteriyor.

Hatta, sadece akarsular değil, mesela İstanbul’un muhteşem ayrıcalıklarından olan Haliç ve çevresi de etrafındaki yeşil alanlarla birlikte korumaya alınarak küçük bir milli parka çevrilebilir. Bazen yürüyüşlerim sırasında Haliç’in içine bırakılan kırmızı veya kil rengi atık suları görmek, ertesi gün kıyıya vuran ter dönmüş balıkları görmek insanı kahrediyor. Zaman zaman kıyısında yürüyüş yaptığım ve bugünkü korumasız haliyle bile Haliç içinde sürüler halinde gezen yüzbinlerce balık, kendisine yer arayan iki üç balıkçıl, yabani kaz ve ördekler ve ortasındaki küçük adacıktaki tavşanlarıyla ilginç bir cazibe merkezine çevrilebilir.

Avrupa ülkeleri ve ABD’de 1. sınıf tarım arazilerinin imara açılması istisnalar dışında rastlanabilecek bir olay değil. Hele ki, şehirlerin tam ortasından geçen büyük nehirlerin kirletilmesine asla izin verilmez. Eski Doğu Bloku ülkelerinde de tabiat alanlarının ve akarsuların büyük bir özenle korunduğunu görüyoruz. Macaristan, Polonya ve Hırvatistan bu korumanın tipik örnekleri arasında. Bosna Hersek’te şehirlerin ortasında geçen ırmaklar içilebilecek kadar temiz neredeyse. Balıkların nesli tehlike altında değil. Sürüler halinde akarsuların üzerine konup göçen yabani ördek sürülerini kimse rahatsız etmiyor.  Bir çok konuda yakaladığımız gelişmeyi, çevre konusunda mutlaka hayata geçirmeliyiz.

Bırakın şehirleri, köylerin içinden geçen ırmak ve derelerin temizliğinin korunmasında oldukça geri olduğumuzu söylemek gerekir. Kanalizasyon ve mandıraların, bazı yerlerde ise fabrika atık sularının kolaylıkla derelere salındığını görüyoruz. Balık, kaplumbağa, yengeç kurbağa her ne varsa büyük bir kirliliğin ortasında yaşamak zorunda kalıyor, bazen de gazete haberlerinde bakıp geçtiğimiz kitle ölümlerine sebep oluyor. Ayrıca, sulama amacıyla dere sularının tutulmasında bazen tabiattaki hayvanların hak ve hukukunu çiğneyecek bir ölçüsüzlük olabiliyor. Onların yaşamalarına ve ekolojik dengeyi bozmayacak oranda suyun bırakılması hukuken koruma altına alınmalı.

Çevre bilincinin oluşturulması gelişmişlik durumu ile veya en azından toplumun kültür seviyesiyle yakından ilgili. Türkiye coğrafi alan olarak da büyük bir ülke. Yeni yerleşim alanlarının ve üretim alanlarının kurulmasında Marmara bölgesi dışına da ve özellikle kurak ve tarıma elverişli olmayan arazilere öncelik verilerek ülke çapında bir Ülke Nazım İmar Planı üzerinde düşünülmeli. Türkiye bunu yapacak güçte olduğu gibi, yaşayan ve gelecek nesiller adına bunu yapmaya da mecburdur…