Bazen insanların, yani hepimizin görmekle ilgili bir problemi olduğuna inanıyorum ben. Bazı şeyleri ve hatta bazı kişileri bilerek ve isteyerek görmediğimizi düşünüyorum. O tarafa bakarken bile, orada olanların farkına varmamak bir çeşit körlük demek. Belki başlarda bile isteye olan bu durum zaman geçtikçe değişik bir hâl alıyor. İnsan alışıyor belki ya da görmeme hâli de normalleşiyor; kişi artık istese de görememeye başlıyor.
Mesela sokaklarda her gün karşımıza çıkan, yanımızdan geçen, bizim hiç bilmediğimiz ama bizi bilen insanlar var. Biz onların varlığının bile farkında değiliz. Varlıklarıyla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz bile. Doğal olarak da yokluklarının farkına varmıyoruz. Etrafımız böyle insanlarla dolu. Garip gelmiyor mu size de?
Mesela kaçımız mahallemizde sabahları hepimizden önce dolaşan, çöp toplayan arkadaşları tanıyoruz? Farkında mıyız mesela onların? Ya da aramızda onlara selam veren kaç kişi var? Bir şey olsa, başlarına bir şey gelse ve çıkıp gelmeseler; yokluklarını fark edecek kaç kişi vardır?
…
Bir keresinde şöyle bir şey geldi başıma. Bir cuma günüydü. Cuma namazı için bir camiye gitmiştim. Daha ezanın okunmasına epey bir zaman vardı. Erken olduğundan arabayı bir kenara park edip içinde oturuyordum. Az sonra tam camımın dibine gelip öylece bana bakan bir adam gördüm. Korktum elbette. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıfça bir adam. Hani sokaklarda yaşayan, perişan hâlde insanlar var ya onlardan biri. Biraz tereddütle de olsa camı açtım.
“Hayırdır abi?” dedim biraz sert, biraz çekingen.
“Namaza gitmiyor musun sen?” dedi birden. Şaşırdım çünkü ne böyle bir cümle bekliyordum ne de açıkçası böyle bir cümleyi ondan bekliyordum. Ben açıkçası “Beş liran var mı abi?” falan diyecek zannetmiştim.
“Ezanın okunmasını bekliyorum, gideceğim.” dedim kendimi açıklamak zorunda hissederek.
Adam birden ağlamaya başladı. “Ben de gitmek istiyorum ama gidemiyorum ki” deyip hüngür hüngür karşımda ağladı. Ne yapacağımı bilemedim, inanamadım da.
İndim arabadan ama aklımda hâlâ “Abi bi 10 lira” diyecek düşüncesi vardı.
“Neden gidemiyorsun ki camiye, gidersin istersen” dedim.
“Almıyorlar ki!” dedi ağlamaya devam ederek. “Şu üstüme başıma baksana, pis. Bir kere gittim, kokuyorsun dediler. Gidemiyorum ben.” dedi ama nasıl ağlıyordu.
İçim acımadı desem yalan ama yine de güvenemiyordum adama. İçimdeki körlüğü de yargıları da kıramıyordum bir türlü.
“Gidersin niye gidemeyeceksin? Hatta gel, beraber gidelim.” falan dedim ama bir yanım hâlâ temkinli. Ne dediysem de kabul ettiremedim. Biraz da içki kokuyordu adam.
Baktım, olacak gibi değil; “Ben gideyim o zaman.” deyip yürüdüm camiye doğru.
Sonra birden arkamdan seslendi. “Hah işte” dedim kendi kedime “Şimdi abi bi 10 lira be diyecek”
Arkamı döndüm ama benden para istemedi; hatta baya baya sağlam bir ders verdi.
“Abi” dedi, yine ağlıyordu “Ben gidemiyorum ama sen benim için dua et orada, n’olur.” dedi. Dondum kaldım.
…
Şimdi o şiir geliyor aklıma. Hani “defineye mâlik virânelerin” olduğu şiir. Bilmiyorum, bilemiyorum. Tek bildiğim gözlerimdeki perde.
Dünya böyle bir yer işte. Kiminde yoktur, bulamaz; kiminde vardır, bilemez.