Geçtiğimiz günlerde Tv Net kanalında Ayşe Böhürler’in hazırlayıp sunduğu Türk Kahvesi adlı programa İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner konuk oldu. Ben de bu bölümü izleme fırsatı buldum. Yaklaşık bir buçuk saate yakın pek keyifli bir program oldu. Görgün Bey yıllarca bulunduğu kurumda fark yaratmış bir isim. Yapılan kültür sanat organizasyonlarının yanında Görgün Bey’in en çok dikkat ettiği meseleler:iş birliği, iletişim, paylaşım.

Programda Ayşe Böhürler: “Kültür sanat etkinliklerini planlarken veri okuma işinize yarıyor mu? İzleyici beğeni verileri de dikkate alınıyor mu?” diye sordu. Görgün Taner, 47 yıldır hizmet veren bir kültür sanat kurumunun yöneticisine yakışır bir cevap verdi. Taner: “Dikkate alıyoruz, okuyoruz ama sadece ona göre davranmıyoruz. Kültür sanat dünyası şampuan satmak gibi bir şey değil. O satıyor biz de hayatımızı ona göre şekillendirelim dersek biz o büyük topluluğun istekleri doğrultusunda bir kültür sanat programı hazırlamış oluruz. Halbuki bizim temel amacımız o değil. Temel amacımız bu dünyadaki değişik kültür sanat kurumları arasındaki iş birliklerini artırmak. Kimsenin hiçbir şekilde ilgilenmeyeceğini bildiğimiz yerlere tohumlar ekmek…”

Görgün Bey’i izleyen ya da bu yazıyı okuyan kültür sanat kurumlarımızın yöneticilerinin bu sözleri dikkate alması gerekir diye düşünüyorum. Kültür ve Turizm Bakanlığı başta olmak üzere yerel yönetimlerimizin kültür birimleri kültür dünyasında ‘şampuan ya da sakız satan’ tarzda bir yönetim biçimi uyguladıklarında onlarca yıl sonrasına iz bırakamadıklarını unutmamalıdırlar.

Kültür yığılarak yani birikerek ilerler. Kültür sanat açık bir havzadır. Yeniliğe, değişime ve gelişime açıktır. Fakat kültür sanat dünyasıyla televizyon dünyasını ya da sosyal medyayı karşılaştırmak; Vivaldi’ye, Dede Efendi’ye, Itri’ye, Shakespeare’e, Kel Hasan Efendi’ye, Yunus Emre’ye ve ismini sayamadığımız nice kültür sanat insanlarına haksızlık etmek olur. Bizler farkında olmadan ülkemizdeki ve dünyadaki kültür sanat insanlarına aslında hakaret ediyoruz. İletişim sosyolojisinde ‘feedback’ yani ‘geri dönüt, geri besleme’ denilen tabi ki kültür sanat üretiminde ve organizasyonunda olmalıdır. Olmazsa bir kibir yumağına sokulur burnumuz ve daha iyiye gidiş gerçekleşmez. Fakat kültür sanat kurumlarının, üreticilerinin ya da sanatçıların bir ideolojisi vardır ve onun aşkıyla üretim yaparlar.

Kültür sanat kullanıcısı olarak bizler daha iyiyi talep etmekle yükümlüyüz, istediğimizi almakla yükümlü değiliz! TV’deki bir dizinin, yarışma programının, ya da kadınlara yönelik bir programın aldığı reytingle ve aldığı reklam ücretleriyle kültür sanat organizasyonlarını değerlendirmemiz basitliğin içerisine kurban olmamız demektir. Kültür sanata ‘fastfood’ muamelesi yaparsak 50 yıl

sonraki çocuklarımıza bırakacağımız bir müziğimiz, tiyatromuz, resmimiz ya da şiirimiz kalmayacak.

Kültür sanat üretimi genel kitlenin çok ilerisinde kalmalıdır ki halkı kolundan tutup daha iyiye taşıyabilsin. Meselenin üzerinde bu denli kalışımız duyduğumuz derin sancıdan kaynaklanıyor.

Nedense kültür sanatı inşaata kurban ediyor, sonra da çarpık kentleşmenin içerisindeki kültürü nasıl kontrol edip sanat üretimi ve tüketimini sağlayacağımızı

tartışıyoruz. Mimar Sinan’ın Süleymaniye’sine hayran kalıyoruz o külliyeden ilhamla müzikler, öyküler üretiyoruz.

Ayasofya’ya besteler yapıyor ve yapılsın diyoruz fakat yeni bir Süleymaniye yani daha iyisini yapamıyoruz.

Attila İlhan ne diyordu: “…kubbelerde uğurda bâki/ çeşmelerden akar sinan…” Çeşmelerimizden hâlâ Sinan akıyor ve ümit var.