Üniversite yıllarımdı. Laleliden Karaköy’e gitse kâfi dediğim tramvaydaydım. Son vapur seferi 21.00 Anadolu Ekspresi ise 23.00’de hareket ediyordu. Bavulumu sürüye sürüye vagondaki yerimi almaya çalışıyordum. Bavulla vapura binmek zordur, ama bozkırdan önce son deniz havası ve sıcak çay şahane bir yolluktu. Biraz rötarlı şekilde hareket etmeliydik. Yazılı olmayan kuraldır: “trenler saatinde kalkmaz ama saatinde orada olunur!”

Gece trenleri çokça gizem içerir, bolca da dostluk… Yolcular olarak sanki saatlerce zifiri karanlıkta süzülsek ve hiç bitmese itiraz etmeyecek ve burada kalalım diyecek gibi bir vakur hal içerisindeyiz. Anadolu Ekspresi’nin hareket saati ve daha dingin bir tarzının oluşu gençlerin tercih sebebiydi diyebilirim. Aslına bakarsanız yıllarca farkında olmadan bir gençlik ekspresine eşlik etmişiz. Öyle tıngır mıngır öyle de keyfe keder…

Vefa’dan koca bir cam şişe boza almıştım. Yolculuğuma eşlik eden bozamla birlikte gecenin tenhalığında tren garına indik. Gizlice eve girip aileme sürpriz yaptım, kahvaltı faslı da sona erdi. Şimdi aylardır konuşulan ve merakla beklediğim bir buluşmaya sıra gelmişti.

Dostum İsmail Kaplan ile buluştuk. Eskişehir’de yaşadığım yıllarda neden görüşemedim diye hayıflandığım Atasoy Müftüoğlu ile görüşecektim. İsmail bana göre daha tecrübeli olduğu için beni takdim ederdi. Yasin İş Hanı’na gelmiş Atasoy hocanın yazıhanesine (yazı evi diye bir yer olsaydı kesinlikle orası olurdu) doğru ilerliyorduk.

İçeri girdiğimizde Hocanın birkaç misafiri kalmıştı. İçerisi kısaca; ahşap güzel bir masa, çevirmeli şık telefon,  ahşap birkaç sehpa, 80’lerin sonundan kalma misafir koltukları, daktilo ve bolca kitaptan oluşuyordu.

İsmail beni takdim etti. Muhabbet ettik. Hem faturalardan, hayat pahalılığından, yakın bir ahbabın meselesinden bahsedip hem de sert bir şekilde bugünün de FETÖ’sünü eleştiriyordu. Konuşmasına ara verir gibi yapıp sesini yükseltti bir ara şöyle dedi:

-Sizin gibi herkese kapımız açık. Fakat o cemaatler ve tarikatlar gibi yapmıyoruz. Bize gelmeden önce kendinize gelin diyorum!

Küçük bir şaşkınlık ve tebessümün ardından çaylar geldi. Simitlerim dumanı tütüyordu. Hoca üç hediyemiz olduğunu söyledi kararlılıkla: simit, çay ve kitap. Daha ne isterdik ki…

Meselelere hep derinlikli yaklaşıyordu. Kavramların içerisini doldurması o dönem yeni bitirdiğim Rasim Özdenören’in ‘Müslümanca Yaşamak Üzerine Denemeler’ adlı kitabının tadını sunmuştu. Atasoy hoca da dönemin Mavera Dergisi’nde düzenli kalem oynatan yazarlardandı. Fakat o dönem yazdıklarına ve bu dönem yazdıklarına baktığımda hep diğer yazar dostlarından başka bir noktada durduğunu anlıyordum.

Frankfurt Okulu’nun Müslüman bir temsilcisi olsaydı ve popüler kültüre ve kültür endüstrisine kararlılıkla karşı duruş sergileseydi, zannediyorum bu kişi Atasoy Müftüoğlu gibi biri olurdu. Bu zamanın dilini geliştirmek ve yeni ufuklara yelken açma noktasında sahici bir külliyattır kendisi. Emperyalizmin karşısında bir Müslüman zamanı nasıl kuşanmalıdır ve zihnini nasıl özgür kılmalı sorularının cevaplarını arıyor. Nuri Pakdil, Teoman Duralı ve Sezai Karakoç ne kadar yerli ve milliyse Atasoy Müftüoğlu da o kadar yerli ve millidir!

O yıllarda muhabbetine ve ufki bakışına hayran olarak yanına gittiğim Atasoy hocanın Yasin İş Hanı’ndaki yazıhanesi yıllar önce kapandı. Hoca daktilosunu sırtladı ve evinde kitaplarını yazmaya devam ediyor. Bu bereketi Atasoy hocanın düşünce insanı olup yer yer muhalif söylemlerde bulunmasından dolayı kaybettiğimizi söyleyenler oldu ki ben de öyle düşünüyorum. Mahalle baskısına dayanamadık. Hangi mahalleyse bu?

Atasoy Müftüoğlu hoca -Allah göstermesin- fani ömrünü tamamladığında tüm bürokrasi, teokrasi ve aristokrasi kallavi cümleler edecek fakat biz Atasoy hocanın bereketinden mahkum eden güruhu unutmayacağım/z. Düşündünüz mü? Düşünceye ve kaleme duyarsız nesiller neden yetişiyor?

Allah Ataosoy Müftüoğlu hocamıza; sağlık, sıhhat ve uzun ömürler versin.