Neden ölüyoruz?

Elbette “Allah bilir!”

Neden yaşadı isek, o sebepten öldüğümüz de söylenebilir ama ben, ölümüzün ardından konuşmadan, dostumuzu uğurlarken nasıldık, onu düşüneceğim biraz.

Eyüp Camii musalla mahfilinde binlerce mümin, münevver, kalbi yaralı, beyni kanayan, mahcup, âlim, arif, aciz (…) binlerce kardeştik. Hatta birçoğumuz birbirimizden selamı kesmiştik; sen benim partime laf soktun, ben senin takımını sevmiyorum, o bizim tavrımızı sevmiyor bahaneleriyle. Oysa ölümün o ödün vermeyen tavrı karşısında hepimiz sus pus olmuştuk. Olduk. Olmalıydık. Oluyoruz. Ama bir türlü “olamıyoruz”. Var olmak ile insan olmak arasında; insan olmak ile Müslüman olmak arasında meğer dağlar kadar fark var imiş.

Neden yaşıyoruz?

Her gün bir başka dostumuzu uğurlamak için yaşıyoruz.

Her gün birbirimize laf sokmak ve nefretimizi artırmak için.

Allah’ın her günü bir rutine boyun eğerken arada Allah’a boyun eğmek için.

Ağlamak, sızlamak, gülmek, yalan söylemek, doğrudan korkmak, dünyadan ve insanlardan korkmak için.

Ya hu, sen ne anlatıyorsun? Bir cenaze namazı sırasında gördüklerin aklına bu kadar dengesiz söz mü getiriyor, diyen olur. Diyebilirsiniz. Ben de derim ki: Her kul, Allah’ın başka bir enstrümanı; Allah, bizleri birbirine garez duyanlardan kılmasın, güzelleri hatırına.

Ben, biz, siz ve hatta ötekiler bir güzel adamı uğurladık uzaklara. Şah damarımız kadar uzak bir yere. Unutmak kadar uzak, hatırlamak kadar yakın, nefes kadar yakıcı bir yere uğurladık. Uğurlarken ağlayanlar oldu. Gülenler oldu. Dertlenenler oldu. Yalnız kaldık diye sızlananlar oldu. Mümin yalnız değildir dostlar! Hele ki Mevlana İdris Zengin denli dostları, arkadaşları, yarenleri olmuş olan insanlar hiç yalnız olamazlar. Yalnızlık ne zaman kemik gibi batar, bunu bize yine yıllar önce Mevlana İdris ile aynı gün yolculuğa çıkan bir şair öğretti: Umutsuzluk ve vehim bir bıçak gibi ete battığında yalnızlaşırız. Haktan yana korku ve ümidi olan, dosttan yana Ömer’i, Alisi, Ebu Bekir’i, Osman’ı (saygısızlık addetmeyin hitabıma) olan üzülesi değil. Ölüyoruz dostlar. Hatta birbirimize küs, kırgın, yan baka baka ölüyoruz; sanki bir haltmış gibi. Toprağın, secdenin, acının, savaşların, imanın eşitlemediği insanlar birbirlerine küs olsalar, dünyalıklardan dolayı düşman kesilseler ve aynı kıbleye bakıyor olsalar kaç yazar! Gönlümüzü, ruhumuz, zamanımızı, ömrümüzü, toprağımızı, mühletimizi, nefesimizi yoruyoruz sadece. Hatta, bu beden de hamal oluyor; ruhumuz da hamal oluyor rüzgarda savrulup yok olacak öfkelere.

Bir musalla mahfilinde, düşmanlıkların, hırsların, kinlerin, hesapların nasıl savrulduğunu gördüm aynı kıbleye, hatta aynı cenazeye bakan insanların yüzlerinde.

Ölüyoruz dostlar; öldürmeyelim!

Dostlar! Çarşı pazara, gezmeye, işe, okula, memlekete, hatta camiye giderken bile savaşa gider gibi gidiyoruz. Neyle, kimle, hangi maskeliyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için yumruklarımız sıkı, yüreğimizi bile sıkıyoruz. Böyle bir dünyada bırakın da dostlardan, kardeşlerden emin olalım.

Var olmanın mümkün olmadığı zamanlara erdik.

İnsan kalmanın neredeyse günah sayıldığı, enayilik addedildiği vakitlere eriştik.

Müslim olabilmenin ateşi avucunda taşımak olduğu demlerdeyiz.

Kitap okuyabiliriz. Gönül alabiliriz. Selam verebiliriz. Affedebiliriz. En çok da “benzerimizi” öldürmekten vazgeçebiliriz. Bırakın öldürmek isteyen öldürsün! Öldüren olmayalım. Zira hayat, göz açıp kapayana kadar geçecek, bunu bize giden dostlarımız canları pahasına öğretiyorlar.

Hiç olmazsa susalım ve gülümseyelim. Bırakın, “deli” desinler! Diyenlerin sözleri ayet mi ki bu denli korkalım!

Bir ayet seç ve yüreğini ister titret, ister ısıt, ister ferahlat. Şükür; öleceğiz dostlar.