Ara sokaklar, unutulmuş ülkelere ve insanlara benzer. Vardır, dünyanın bir yerlerindedir; ama pek aklımıza gelmez. Ekranda neyi görmüşsek onun gerçek olduğunu zanneden biz modernlerin son gecesini yaşayan insanlar, zannederiz ki başka ülkeler yok. Unuttuğumuz insanlar yok. Oysa, onlarla yol almışızdır, o ülkeleri sadece haritada değil elimizle, ayağımızla da görmüşüzdür. O insanlarla ve o ülkelerle ortak heyecanlarımız olmuştur. Hatta, o ülkeden hiç çıkmak istemediğimiz, o insanlardan bir an bile ayrılmak istemediğimiz zamanlar olmuştur.

Ara sokaklarda terk edilmiş eşyalar, evler, insanlar, kediler, köpekler, hayatın kenarına bırakılmış binbir çeşit şey vardır. Evet, hayatın kenarına bırakıp geçtiğimizi zannettiğimiz o ara sokaklara zaman zaman uğrarım. Hep ana caddelerde yürümekten usandığım çok olmuştur. Coşkuyla hayatını bozdurmaya koşan, hırsla para bölüşmeye koşan, şehvetle aşk öldürmeye giden, takva zannıyla başkalarını hor görmeye giden, üstünlük kurmak için hor bakışlarla acele eden ve daima laf sokmak için hazır olan insanların dünyasından ara sokaklara kaçarım. Acelecilikten, çabukluktan, kıyıcılıktan, hep kazanmaktan, hep almaktan, hep istediğim olacaklardan, yan yana olmayı birlik zannedenlerden kaçıp, oyunun kıyısına çekilenlerin yanında sadece dinginlik yok. Tüm hay u huydan ötede; en çok da yenilmişlerin, tutunamayanların, hazzın aşk olmadığını bilenlerin, selamın bir ömrü feda etmekten bile kıymetli olduğunu anlamış olanların yanına doğru gittiğimde dünyayı, insanı ve Allah’ı daha iyi anladığımı hissediyorum. Belki anlamak da değil… Başka bir şey. Bu sebeple ana caddelerin götürdüğü mekanlarda coşkuyla bir şeyleri anlatıp savunan dil; ara sokakta anlatmanın da beyhude olduğunu fark ediyor. Edirnekapı’nın ara sokaklarında, Kocamustafapaşa’da, Mahmutpaşa’nın hemen dibinde, Söğütlüçeşme ile Fenerbahçe arasında, Eyüp merkezde Pazariçi’nin arka sokaklarında ve en çok da yer tezgâhları açılmış, bit pazarları kurulmuş sokaklarda… Ölü hatıraları satılmaktadır insanların. Tecime elverişli, aştım dedikleri ne varsa, şairin de dediği gibi; satılan tüm artıklar oralardadır. Sanki tüm satılanların arasına unuttuğumuz insanlığımız, merhametimiz, vicdanımız da karışmış gibidir. Kimi çalıntı eşyalar kimi yadigarlar kimi kabul edilmemiş hediyeler, bizi zınk diye durduracak ne varsa oradadır. “Normal” hayatımızda bizi zınk diye durdurmayacak şeyler kullanırız. Biletler, davetiyeler, banknotlar, yalanlar… Hiçbiri bizi durdurmaz. Hatta daha ileriye, uçuruma atılmamızı kolaylaştıran ne varsa alırız hayatımıza. Hatta o kadar çok düşündürmeyen kullanışlı şeyler. Kim ne yapsın o kadar çok çağrışım yüklü bir kitabı, bir ceketi, bir çift ayakkabıyı, bir cam vazoyu? Nakde çevrilecek, kullanışlı ne varsa odur modernlerin son gecesindeki insanın tercihi. Bu bin yıllardır böyleydi aslında. Evet, kullanışlı, işe yarar… Sahi, hangi işe yaradı peşinde onca zaman koşup da hevesini aldıktan sonra zulada tuttuğunuz insanlar, eşyalar, biriktirdikleriniz? Sahip olmanın o kirli şehveti. Biliyorum, kiminiz şehvetin kirlisi temizi mi olur diyeceksiniz. Olur. Bal gibi de olur. Ama hayata şehvetle saldıran insanların, hali ve dili illaki şehvetli olmak durumunda değil ki! Ağuyu da bal içinde sunarlar, bal da onun suç ortağı, derler. Hayatı, ülkeyi, kentleri, insanları şehvetle alıp tüketen insanların ara sokaklarda görmekten korktukları bir şey var. Her ara sokağa girdiğimde bunu acizce, iliklerime kadar, bir sabah rüzgârı gibi hissediyorum: “Yalandır yaşadığınız yalan!” Evet, bir yalana dolanmış, bir oyuna kaptırmış olduğumu görüyorum o aralıklarda.

Gittiğim ülkelerde ara sokaklarda gezmeyi severim. Zira, ara sokaklarıyla farklıdır ülkeler birbirinden. Bakın ana caddelere, neredeyse dünyanın her şehrinde korkunç bir aynılaşma, benzerlik, aynı cehennem. Tabii, ara sokaklara girmeyenler, hepsi birbirine benzeyen cennet caddeleri görüyorlar. Oysa, aynılaşmanın cehennemindeler.

Evsiz erkekler, sokak çocukları, sahipleri tarafından bırakılmış kedi ve köpekler, fırından geren yanık un kokusu, küçük parktaki bankta yatan göçmenler… Ana caddelerde yürümenin verdiği güvenle gidiyoruz cennetimize. Yalan cennetimize. Hayatı tek kolla sardığımızı asla bilmeden. Diğer kola, diğer tarafa baktığımızda unuttuğumuz bir günah gibi duruyor ara sokaklar. Orada, unutmak istediğimiz yanımız ala canlı yatıyor. Üzerine makyaj yaptığımız yaralı yüzümüz, yüreğimiz…

Ana caddede sanat, siyaset, spor, bol şehvetli aşklar, metavers kadar dünyaya uzak sosyal ağlar (sosyalliği unutan insanın Babil Kulesi), taraf olmalar, binlerce yıllık insanlık tarihi birikimine rağmen kibirli bir cahil olarak… Neyse, bugün bir ara sokağa saptım. Orada Tanpınar, orada Hay bin Yekzan, orada Nuh’un gemiye binmeyen oğlu, orada Züleyha’nın vazgeçtiği dünya, orada keskin bir kan, su, ter ve öz suyu kokusu. İnsanın hamurunu karıyordu bir melek, bir kadın, bir erkek ve bir çocuk. Ara sokaklar, ölümün sesinin az, hayatın sesinin ne kadar gürültücü olduğunu fısıldadılar bana bir kere daha. Ve yakıcı bir ses duydum: Es-ki-ciii! Kim hayatının eskicisi değilse buyursun devam etsin ana caddedeki dimdik yürüyüşüne!