Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kuruldu. 100 yıllık bir devletimiz var. Kurduğu çok sayıda devleti yıkılan Türkler için 100 yıl çok uzun zaman sayılmaz. Hele 600 yıl yaşamış dünyanın en büyük devletinden sonra bu zaman dilimi az bile sayılabilir. Tarih, bütün milletler için önemlidir ama Türkler için vazgeçilmezdir. Dünyanın en köklü milleti için tarih; hafıza, geçmiş, gelecek, kaderdir. O nedenle iki Türk bir araya geldi mi önce dedelerini sonra atalarını yarıştırır, onlar üzerinden birbirine üstünlük kurmaya çalışırlar. Tarihin derin kuyusundan çıkamazlar, bitmiş kavgaların hesabını nesiller boyu sürdürmeye devam ederler.

100 yıllık devletimizin de iyi bir muhasebeye ihtiyacı var. Konu tarih olunca hâlâ rahat konuşamıyoruz. Birimizin ak dediğine öteki kara diyor ve ikinci cümleyi söyletmiyoruz. Kafamızda tabular var; kutsuyoruz, kutsallaştırıyoruz, putlaştırıyoruz. O zamanda bir arpa boyu yol gidemiyoruz. Kahramanlarımız hiç hata yapmaz, “zemzem suyu” ile yıkanmış pîrüpâklardır. Her yaptıklarında bir hikmet arar, onlara asla toz kondurmayız. Kötü bildiklerimiz de fenadır ve onlardan asla iyilik çıkmaz. Her yaptıkları yanlış, “ihanet” ve “gaflet” içindedirler. Bugün yaşasalar yok edeceğiz ama Allah’tan yaşamıyorlar. Ancak tarihten çıkarmak için elimizden geleni yapıyoruz.

Bir asrı değerlendirmenin yolu onu dönemlere ayırarak her dönemi de kendi içinde ele almak daha doğru olur kanaatindeyim. Dönemlere damga vurmuş şahsiyetler de serinkanlılıkla değerlendirilmelidir. Eğer bu değerlendirmeyi yapmazsak tarihten ders çıkarmadan yeni yüzyılda eski tartışmaları körü körüne sürdürürüz. Ders ve ibret alınmayan tarih tekerrür eder, aynı hataları tekrar eder dururuz.

600 yıl dünyaya nam salmış bir büyük devletin yıkılışı hazmedilecek, altından kolay kalkılacak bir mesele değil. Büyük acı, büyük bir travma! Milyonlar aç susuz, yersiz yurtsuz sürgüne gidiyor; ölüyor, öldürülüyor. Yüzyıllardır büyük bir devletin vatandaşı iken bir anda vatansız kalmak, öz yurdunda parya durumuna düşmek kelimelerle izah edilemeyecek kadar vahim bir olaydır. Üzerinden yüzyıl geçse de ne Türkiye’de yaşayanlar ne de Osmanlı topraklarında kalanlar bu acıyı tam manasıyla üzerinden atabilmiş değil.

Anadolu’da kalanlar ile ana yurda gelme imkânı bulanların birlikte verdikleri amansız mücadelenin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkıyor. İşte son yüzyılın hikâyesi de böylece başlamış oluyor. Yenilmişliğin getirdiği sıkıntı, yokluk, yoksulluk, tarihin baskısı, yenidünya düzeni kuruluş döneminin şartlarının oluşmasında yegâne unsurlar oldu. Topraklarınızdan çıkardığınız düşmanların egemen olduğu bir dünyada onları her yönüyle taklit etmek yeni acıların yaşanmasına da sebep oldu.

İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ağır şartlar, yeni toparlanmaya çalışan toplumu yeniden sarstı. 1950 yılında başlayan çok partili hayat yeni bir dönemin açılmasına vesile oldu. 1980 yılına kadar kapalı bir sistem içinde ekonomik, sosyal, siyasal karışıklıklar yaşandı. 80’ler dünyaya açılma yıllarıydı, 90’lar ise yine sıkıntılı, yine çalkantılı günler oldu…

Milenyum, 2000’ler yeni Türkiye’nin ayak seslerinin duyulduğu bir asrı başlattı… Güçlenen ve büyüyen Türkiye’nin yenidünya düzeninde yerini alma çabalarına şahit olduk. Şimdi tarihten ders alıp önümüze bakma ve yeni hikâyeler yazma zamanıdır.