“Özgürlüğümüzü korumak için neler gerektiğini bilmiyorsun. Bu benim işim Stanley; hayat tarzlarınızı korumak. Onlar bir kilise bombalarsa biz on tane bomba atarız! Bir uçak kaçırırlarsa havaalanlarını yok ederiz! Amerikalı turistleri öldürürlerse atom bombası atarız! Terörizmi öyle korkunç bir hale getiririz ki kimse Amerika’ya saldırmak istemez! İşte bir senaryo: Dünyanın tüm hastalıklarını iyileştirebilirsin ama bedeli masum bir çocuğu öldürmek. Bunu yapabilir misin?”

“Hayır.”

“Beni hayal kırıklığına uğrattın. Bu, çoğunluğun iyiliği için. Bir tiyatro salonunda devasa bir fili bile yok edebilirsin. Nasıl mı? Yanlış yönlendirmeyle. Çünkü insanlar duyduklarına ve gördüklerine inanmak isterler.”

***

ABD’nin, sinemayı yalnızca kâr amacı güden bir eğlence sektörü mahiyetinde kullanmadığını biliyoruz. Hollywood etkisi, ABD’nin uluslararası meşruiyetini sağlamak ve ABD kamuoyuna kitlesel bir katharsis duygusu aşılamak maksadıyla kullanılan modern bir zihin kaldıracı…

Yukarıdaki replikler de bu hakikate klasik bir örnek teşkil eden Swordfish filminden alıntı.

Medyatik hipnoz yöntemlerine şimdi girmeyelim.

Gelmek istediğim nokta şu: 

Amerika’nın çıkarları uğruna vicdani değerleri yok saydığı malum. Son derece devletçi ve milliyetçiler.  Bu tutum, en alttan en üst tabakaya, şahsi ve idari bazda varlığını her zaman sürdürmüştür.  Amerikan federalizmi, kurulduğundan bu yana kendi içinde derin antinomiler yaşasa da, dış siyasette her zaman Amerikan-merkezci duruşunu korumuştur. Gerek federal çapta gerek de eyalet yönetimlerince, temel devlet prensiplerine uygun bir ‘’millî’’ siyaset izlenmiş, sarsılması güç bir savunma mekanizması inşa edilmiştir. 

Eleştirilebilir fakat değiştirilemezler.

Tabii bizdeki Kemalistlerin ve solcu geçinenlerin bunu salt “Amerikan demokrasisi” zannedip öve öve bitirememesi ayrı konu.

Beyaz Saray’a sarışın, faşist bir plütokrasi zıpçıktısının veya küreselci ihtiyar bir çocuk istismarcısının hâkim olması Amerikan milliyetçiliğine zannedildiği kadar zarar vermez. Amerika Amerika’dır. Devlet yönetiminde rakip olan kadrolar, birbirleriyle mücadelelerinde sınırlarını bilirler. Bu sınırlar; Amerika’nın kapitalist ve sömürgeci çıkarlarıdır. Ve bu sınırları korumak hükümetin olduğu kadar muhalefetin de görevidir. Bilhassa dış politikada bu mantalite egemendir. Anlaşamadıkları nokta, insanlık dışı kaos politikalarını nasıl yürütecekleridir.

Objektifi biraz da ülkemizdeki muhalefet anlayışına çevirelim. 

Bizde ise işe değil kişiye bakarlar. Gerginlik ve kandan beslenip, hassas konuları tırmalarlar. Yapmadan yatıp, yapılanı keyifle yıkarlar. Güçleri yetince 27 Mayıs’ı tazelemek ister, yetmeyince de 28 Şubat’ı azdırmaya çalışırlar. Ayakkabı kutularında ahlak pazarlayıp, ağaç bahanesiyle ülke karıştırırlar.  Milleti kucaklayacaklarını söyleyip, terörist kucaklarlar. Uzay teknolojilerimizle alay edip, zevksiz heykellerle çağdaşlık taslarlar…

Bu liste bu şekilde uzar gider.

Yahu, kadın ve çocuk istismarı bile tamamen ideolojik bir alan onlar için. Kemalist sloganların her türlü ahlak lekesini temizleyeceğine inanırlar.

Haydi en günceliyle bitireyim.

Pandemi tedbirlerini, normalleşme adımlarını dahi ikiyüzlü politikalarına malzeme ediyorlar. Halkı düşündükleri yok. Halkçı geçiniyorlar. Rezil bir dışa bağımlılığın esiri olmuş durumdalar.

Ne yapalım?

Onlarca yıllık hükümranlığında, bırakın devletçi muhalefeti, kendi zihniyeti gibi kısır bir muhalefete bile fırsat vermeyen siyasi ve sosyal bir yapının; teröristlerle iş birliği yapıp ‘’demokrasi ile yönetilmiyoruz’’ diye ağladığı trajik bir zamanda yaşıyoruz.

Sonumuz hayrolsun.