İnsanlık tarihi pek çok medeniyete ev sahipliği yaptı. Toynbee’nin geçen yüzyılın başında ortaya attığı medeniyet tezi halen tartışılıyor. 1914 sonrası dönemde Batı medeniyetinin tehdit altında bulunduğu tespitini yapan Toynbee kendine niçin bazı medeniyetler gelişirken diğerlerinin çöktüğü sorusunu sorar. Medeniyetlerin de dört aşaması bulunduğunu söyleyen İbn Haldun ve Spengler’den etkilenen Toynbee, XIX. yüzyıla damgasını vuran ilerlemeci tarih anlayışına karşı döngüsel tarih anlayışını savunur. Toynbee, II. Dünya Savaşı’ndan sonra dinî bakış açısıyla tarihin ilâhî bir gerçeklik tarafından biçimlendirildiği tezini dile getirmiştir.

Toynbee’ye göre bir medeniyet, içinde bütün insanlığın tek bir ailenin üyeleri gibi tam bir uyum halinde yaşayabileceği bir düzen teşkil etme çabasıdır. Bu süreçte dinin hayatî bir önemi vardır. Bir medeniyetin varlığını sürdürebilmesi dinle ilişkisinin güçlü olmasına bağlıdır.

“Uygarlıklar Yargılanıyor” adlı eserinde Toynbee, Batı medeniyetinin Yunan-Roma medeniyetinin temsilcisi sayıldığını ifade etse de Batı medeniyetini sadece Helen medeniyetinin bir sonucu görmenin yanlışlığını vurgular. Çünkü Batı medeniyetinin öncülü sayılan Yunan medeniyetinin doğrudan Mezopotamya medeniyetinden beslendiğini ortaya koyar. Bu sebeple de dünya tarihinde 30 kadar medeniyet kurulduğunu belirterek bunları etkileşim durumlarına göre ayırır. Buna göre İnka, Aztek ve Orta Amerika Kızılderili medeniyeti haricinde diğer medeniyetlerle etkileşimde bulunmayan hiçbir medeniyet yoktur.

Din ile bağlantısı zayıflayan, bilim ve düşünce üretiminde geri kalan medeniyetler güçlü olan komşu medeniyetlerin içinde erimektedir. Toynbee’nin döngüsel tarih anlayışının özü budur. Hem dini altyapısıyla hem de kültürel zenginliğiyle öne çıkan medeniyetler arasında Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır ve İslam medeniyetine özel yer verir. Bu sebeple Toynbee’nin yetkinleştiği asıl saha Doğu medeniyetleridir. Tabii ki bu çalışmalarını temsil ettiği Batı medeniyetinin geleceğine dair endişelerinden dolayı gerçekleştirir. Toynbee’den sonra bu bayrağı Huntington devralmıştır. Son yirmi yılda başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinde artan Evanjelist saldırganlığın arkasında bu fikirler yatmaktadır. Çökmekte olan Batı medeniyetini kurtarmaya dönük bu çabalar “sadece güçlü olan kazanır” felsefesiyle birlikte “vad dilmiş topraklar” klişesi üzerinden dini fanatizme dönüşmüştür.

Özellikle İslam’a yönelik saldırıların son 30 yılda artmasının arkasında Batı’nın yaşadığı bu korku yatmaktadır. Çünkü “bitti, öldü, tarihe karıştı” denilen İslam, her seferinde küllerinden doğarak etki sahasını genişletmektedir. Bu gerçek, Batılı ülkeleri şaşkına çevirdiği gibi saldırganlıklarını da artırmaktadır. İslam’ın sadeliğe ve tevhide dayalı yapısı tüm insanlığın zihninde ve gönlündeki arayışlara cevap taşımaktadır. Sağduyu sahibi Batılılar da bu gerçeği görmektedir. İslam’ın medeniyet anlayışı evrensel yönüyle tüm insanlığı kucaklayacak tek alternatif olma özelliğini gün geçtikçe artırmaktadır.

Toynbee, Batı’nın çöktüğünü ve geleceğin İslam medeniyetine gebe olduğunu 100 yıl önce fark etmişti. Şimdilerde ABD liderliğindeki Batılı ülkeler de bunun farkında. Türkiye özelinde yürütülen kuşatma çabalarının ardında bu farkındalık yatmaktadır. Burada asıl sorun İslam medeniyetinin taşıyıcısı olması beklenen Müslümanların halen derin uykuda olmasıdır.

Bir medeniyet davamız olduğunu hatırlayanların sayısı arttıkça Batı’nın saldırganlığı daha da artacaktır. İslam’ın gelişi sadece Müslümanlarla kayıtlı bir geliş de değildir. İslam’ın gelişi tüm insanlığın adalete, hakikate, merhamete, yardımlaşmaya olan özlemlerinin bir sonucu olarak gerçekleşecektir. Yeter ki “Ey iman edenler! İman edin…”(Nisa-136) ayetinin sırrına eren Müslümanlar olalım. Gerisi kendiliğinden gelecektir.