Selahattin’in kitabı çıktığında, dedim ne muhteşem bir şiir kitabı adı. Sonra bir baktım ki roman yazmış. Murat Menteş de böyle yapmıştı. Önce şiirle saldırıya geçmiş, sonra ise roman ile çembere almıştı okuyucuyu. Her ikisine de kırgınım biraz. Ya hu arkadaş onca sene roman yazdık, gelip bizim arsanın yanına inşaat dikmek de nereden çıktı? Her neyse, arkadaşlık hatırına bir şey demiyorum.

Sene 99’du. Kızlarağası Medresesi Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nin etkinlik mekânı olarak kullanılıyordu. Şimdilerde de aynı vazife icra ediliyor. Ama o zamanlar medrese içerisinde bir oda Ahmet Kot tarafından Şiir Evi olarak düzenlenmişti. Sağ olsun, bir altı ay kadar orada şiir severleri, misafirleri, meraklı insanları ağırlama vazifesi de bana düşmüştü. Günlerden bir gün yirmi yaşlarında uzun boylu, filinta bir delikanlı geldi. Rahat bir şekilde şiir kitaplarının dizili olduğu dolabın altındaki sedire oturup bacak bacak üstüne attı. “Burada ne yapıyorsunuz, şiir mi satıyorsunuz?” dedi. Dedim, bu arkadaş kesin Laz’dır. İsmi de Selahattin Yusuf! “Yok Selahattin, şiir kitapları var ve şiir sevenlerin çay içip, şiir okuyacakları bir mekan kurduk!” Sonra da raftan daha o sene yayınlanan Sirenleri Taşa Tutun adlı şiir kitabını alıp, şairine verdim. Gevrek bir gülüşü vardı bizim bıçkın delikanlının.

Tamam, buraya kadar, yazarla tanışıyoruz, demeyi başardım sanırım.

Sadede geleyim: Bizim kuşağın kırmızı çizgisi İsmet Özel ise, bu çizgi Selahattin için kan kırmızıdır. Belki de bu sebeple kavramların altını naif bir şekilde ama derinden çizer Selahattin. Eve Dönemezsin romanında kilit kelimeler vardır: Dogma, besmelesiz kitaplar, Barabellum, fotoroman,Kenan Evren, yumurtayla takas usulü alışveriş, gazeteden resim kesip hikâye yazma, tek dal sigara,Alamancı radyosu, Kempes, Deli Musa, hemençe, mektup… Bu kelimeler birer kurşun ve yazar sırası geldikçe bu mermileri tek tek patlatıyor.

Duru, sade, derinden akan bir ırmak gibi ilerliyor roman. Bir günün bir yıla bedel olduğu ergenliğin ilk zamanları ve sevdanın insanın damarlarında Boztepe’nin dereleri gibi aktığı bir coşkunlukla, sevdaluk olsun için uğraşan bir uşağın hikâyesi.

İlk aşk, ilk kahramanlar, ilk yolculuk, ilk utanç… Roman nasıl ki yazarın ilk romanı, ayrıca ilkleri konu edinen bir roman. Bakir zamanlarımızı, daha dünyaya maruz kalmadığımız, yenilgiye uğramadığımız zamanları anlatıyor. Yazarın doğduğu toprakların içten bir anlatımı. Belki de yazarın doğduğu topraklara ve geçmişine hakkını teslim etme çabası. Bu çaba, ilk roman olmasına rağmen oturmuş bir dil ve üslupla kaleme alınmış. Hatta konudan sapmadan, tekraren zikredilen kelime, nesne ve olayların romanın biryerlerinde karşımıza sütun gibi çıkması; tohumların ağaç olup karşımıza dikilmesi… Selahattin Yusuf’un adeta bekleyip bekleyip dakika 88’de sahaya girmesi ve takımının golünü atması gibi. Evet, futbolda Kempes ne ise romanda da Selahattin Yusuf odur.

Romanı okurken, ah be Selahattin ne yaptın! Bizim hikâyemizi anlatmak zorunda mıydın? Dediğim zamanlar oldu. Bir Mark kaç Türk Lirası eder, o günleri hatırlıyorum. Hatta en son 827 lira olduğu günleri hatırlıyorum. Orta mektebe gidiyordum. Almancılar vardı, Alamancılar. Tıpkı senin romanda anlattığın gibi kovalgaç, öyle şişine şişine gezen adamlar. Öyle ki şehrin kalburüstü insanları bile onlara selama dururlardı.