Bir sanatkâr olmadan “sanatkâr kimdir, kim değildir” başlığıyla bir yazı yazmak abesle iştigal görünebilir. Hatta birçok sanat erbabı senin ne haddine diyebilir.

Desinler. Zira denmesi için kaleme alınıyor bu yazı. Desinler ki tartışılsın bu mesele. Sanatkâr kime denir çıksın ortaya. Önüne gelen çıkmasın ben sanatçıyım diye sonra. Bir şeyler mırıldanan, ya da fırçayla tuvali buluşturan herkes ben sanatçıyım demesin. Sanat yapmanın ya da sanatkâr olmanın ölçütü sadece performans olmasın. Bir şeyler ortaya koymak bu payeyi hak etmek için yeterli olmasın.

Türkiye’deki temel sorunlardan biri kutsal bölgelerin çok fazla olması. O kadar ki girilemiyor oralara. Kimse dokundurtmuyor kutsal havzalarına. Sonra da böyle gelmiş böyle gidiyor. Hatta gelen değil, günü kurtaran gelip otağ kuruyor. Kimse sormuyor arkadaş sen kimsin? Kökün ne? Hangi serüvenin çocuğusun? Hangi gelenekten nasıl bir geleceğe gidiyorsun?

Bu bölgelerden biri de sanat. Hem camia hem de icrai bağlamda dokunulmayan bir bölge. İster klasik sanatlarımız söz konusu olsun, ister çağdaş sanat fark etmez. Bütün bölgeler kırmızı çizgi. Ve bu kişilerden kaynaklanıyor. Sanatçı denilen üstün kişiliklerden(!)

Bana kalırsa bu, sanatın ve sanatkârın geçirdiği evrimi bilmemek ya da yeterince etüd etmemekten ileri geliyor. Bir başka sebepse sanat geleneklerinin birbirine karışması. Doğu sanat tecrübesi ve sanatkâr anlayışıyla, Batı tecrübesi ve anlayışının bugün birbirine girmesi. Meczeylenmesi mi? Hayır. Birinin diğerinin sultasına girmesi. Doğu sanatı ve anlayışı yok artık. Varsa da cılız, varla yok arası. Kendi sınırlarına hapsolmuş. Ben varım, hep vardım ve var olmaya da devam edeceğim diyecek kadar kendinden emin değil. Her şeyden önce elinden bu alınmış. Kendine olan saygısı. Kendi var oluş macerası. Onun yerine Batı’nın parametreleri koyulmuş. Batı’nın seyr-ü seferi ikame edilmiş.

Bu seferde, ne Çin minyatür ustaları var ne de Japon ressamları. Ne Endülüs ustaları ne de Osmanlı sanatkârları. Varsa da, Batı’da doğurdukları ya da tetikledikleri etkiler/ akımlar bağlamında. Endülüs ya da Magrib’in, Avrupa’da Oryantalist Mimariyi tetiklediği için değeri var. Japon Estampları Avrupa sanatında bir ekole ilham olduğu için. Çin Ressamları Roma ressamlarının üstünlüğünü ispatlamanın hikayesine malzeme olduğu için. Afrika maskları Kübizme kapı araladığı için. Hal böyle olunca merkezde Batı sanatı oluyor, diğer sanatlar ise yörüngesinde onu izleyen birer takipçi. Halbuki sanat tarihi medeniyetlerin birbirini etkilemesinin ve birbirlerine ilham olmasının örnekleriyle doludur, birinin diğerlerini etkisizleştirerek yok etmesiyle değil.

Medeniyet farklılıkları sanat farklılıklarını doğurmuş ve herkes kendi kulvarlarında diğerlerinden beslenerek hikayelerini yazmışlardır tarihte. Bu doğal bir akıştır. Bugün başımıza gelen bu akışa dışarıdan, cebri bir müdahalenin olması ve indirgemeci bir anlayışla sanatın tekdüze bir satha saplanması.

Bunu açarsak:

Platon’un ya da Aristo’nun sanatla ilgili anlayışının, Romalıların betonu icad etmesinin, ikonoklast çağın, Rönesans tecrübesinin, Jan Van Eyck’ın eserinin altına imza atmasının, Michelangelo’nun asistanları kaçıran kokusunun, Da Vinci’nin eşcinselliğinin (görece), Caravaccio’nun cinayetinin, Goya’nın hayaletlerinin, Picasso’nun çapkınlığının, Duchamp’ın sıradışılığının, Pollack’ın alkolikliğinin, Warholl’un sapkınlığının bizim de hikayemiz olduğu sonucuna varılır. Bütün milletler bu hikayeyi esas alır. Kitaplar buna göre yazılır. Müfredatlar buna göre belirlenir. İlkeler buna göre koyulur. Bugün sanatla ya sanatçılarla ilgili yazılan kitaplarda asla bunun dışına çıkılmaz. Mesela, Elizabeth Lunday’ın “Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları” kitabında, bir tane doğulu ya da Müslüman sanatçıyla karşılaşamazsınız. Varsa da, Batı’nın parametreleri üzerinden sanat yaptığını görürsünüz. Aksi takdirde ne büyük sanatçılar, ne de büyük hayatlar listesine girebilirsiniz. Bunu alın, kült sanat tarihi kitabı Gombrich’ın ‘Sanatın Öyküsü’ne vurun. Aynı şeyle karşılaşırsınız. Bütün Medeniyetler Batı sanatına hizmet etmek için vardır. Giriş kısmında yazdığı “sanat diye bir şey yoktur, sanatçılar diye bir gerçek vardır” demesine karşın, Batı dışında hiçbir sanatçının kitaba giremediği bir durumla karşı karşıyasınızdır.

Bu ikiyüzlülük müdür? Hayır. Bu, Batı dışında hiçbir gerçekliği kabul etmemekle ilgilidir. Batı dışındaki sanatın ya da sanatçı geleneğinin dipnot mesabesinde olmasındandır.

Sonuç olarak sanatın ne olduğu ve sanatçının nasıl olması gerektiği ile ilgili cevaplar hazırdır. Tek yönlü ezberler söz konusudur ve herkes o ezberlere göre biçimlendirilir -ya da değerlendirilir. Bu ezberlerde imzasını atmaktan ve yeteneğini kendisine mal etmekten ar duyan sanatçılar yoktur.

Kendisinin sanatının önüne geçmesinden çekinen sanatçılar yoktur.

Kendini Tanrı’ya adamış ve sükunet içinde dindar bir insan olarak yaşayan sanatçılar yoktur -varsa da, bu yönleri değil uçarı, kaçkın hallerinin altı çizilir.

Topluma rol model olan ve şahsiyet abidesi olarak yaşamış sanatçılar yoktur.

Sanatları kadar ahlaklarıyla da abideleşmiş sanatçılar yoktur.

Temel bazı akidelerden yola çıkarak sanat yapan Hint ve Çin sanatçıları yoktur. Coomaraswamy’ın ifadesiyle, eserlerini üç katman üzerine yapan, birinci katmanın Tanrısal, İlahi, ikinci katmanın, derin ve esrarlı, üçüncü katmanın “başarılmış” olarak ifade edildiği Çin ressamları yoktur. Ontolojik referanslar ya da onların çizdiği ufuktan yola çıkarak eser üreten sanatkârlar yoktur.

Allah’ın güzelliğinin yeryüzüne yansımasından yola çıkarak bu güzelliği anlatmak ve O’nun yüceliğini dağlara taşlara ya da şehrin göbek deliğine kazımak için sanat yapan İslam sanatkârları yoktur.

Varsa yoksa olaylı hayatları, sıradışılığı, mevcut düzen için yıkıcı etkisi, geleneklere karşı başkaldıran duruşu, çokça ahlaksızlığı, anlaşılamaz oluşu gibi özellikleri olan ya da özelliklerin kendilerine giydirildiği sanatçılar vardır. Halktan kopuk, başına buyruk, fazlasıyla bedensel özgürlük taraftarı sanatçılar vardır.

Böyle olunca ne oluyor peki? Halk sanattan uzaklaşıyor. Sanat bir zümreye, sanatkârlık da kişilere hapsediliyor. Sanatla uğraşmak isteyenler kendilerinde sıra dışı, esrarlı tınılar aramaya koyuluyor. Kabul görmek için sansasyonel bir forma ihtiyaç duyuyor. Sanatın peşinde değil, şan ve şöhretin peşinde koşuyor.

Halktan uzaklaştırılan sanat, ahlaktan da uzaklaştırılıyor. Sanatçılar ahlaki yükümlülüklerden soyutlanıyor. Hatta ahlaksızlığın pazarlayıcısı haline geliyor. Sonra tutuyor birisi, “Sanat ahlaksızlıktır” diyor. “Sanatta ahlaka yer yoktur” diyor bir diğeri.

Bu durumda sormak gerekmez mi, sanatçı kimdir, neye sanatçı denir, kime denmez diye. Ve bu akışı tersine çevirmek gerekmez mi? Her milletin kendi hikayesinin gölgesinde sanat yapma hakkının olduğunu ve her kadim birikime sahip milletin sanatının evrensel olduğunu dile getirmek gerekmez mi? Bunun için savaşmak gerekmez mi? Emperyalist Batı’nın başta sanat olmak üzere her türlü diktasına karşı isyan bayrağı çekmek gerekmez mi?

Gerekir ve bunun için, havas denilen elitlerin bu meseleleri tartışması ve hal yoluna koyması gerekir. Sonrasında da sonuçları halka indirmesi. Aksi takdirde ne bunları yazmanın ne de kazan kaldırmanın bir anlamı var.

Baki selamlar.