“Ağlamadan

dillerim dolaşmadan

yumruğum çözülmeden gecenin karşısında

şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı

üzerime yüreğimden başka muska takmadan

konuşmak istiyorum.”

Çocuk, boyunu aşan kara aldırmadan koştu. Üşüyordu. Aldırmadı, koştu.

Konuşmak istiyordu. Anlatmak istiyordu. Benliğini saran o eşsiz hissiyatla.

Yağan kara, yakıcı rüzgara aldırmadan, konuşmak istiyordu…

Yetişti, kayıtsız neşesiz akıp giden topluluğa. Menzili olmayan bir nehirde kulaç atıyorlardı sanki. Yorgun, bedbaht, mahzundular. Zirveleri seviyorlardı. Dağları. Yüksekten konuşmayı. Alçalmayı! Konuştukça düşüyorlardı. Düştükçe düşürmeye çalışıyorlardı.

Çocuk başka zamanlardan geliyordu. İnsana. Sadece değil insana! Kurda, kuşa, taşa toprağa… Bütün varlığa saygı duyulan zamanlardan. O eşsiz  zamanlardan geliyordu.

Dört bir yanın, zarafetle nakış nakış işlendiği, dört bir yanın masal kestiği zamanlardan.

Vaktin, az olsa dahi kıymetli olduğu, her şeyin vaktinde kıymetli olduğu.

Mekânın dört ciheti vardı. Vaktin beş veçhesi. Taşın, ahşabın, yeşilin nefesi…

Çölde başı dönse, güneş tenini yaksa. Bir kum fırtınası çıksa. Yönünü yolunu kaybetse.

Olmaz dediği ne varsa hepsi mazhar olsa. Haramiler çıksa karşısına. Nesi var nesi yoksa yitirse.

Ama  bir an olsun vazgeçmemesi hakkı gözetmekten. Yoluna, yürümeye devam etmesi. Rahmet yağması yeislerin üzerine… Dedim ya başka zamanlardan. Başka insanlardan.

Latif, zarif, naif insanların arasından geliyordu. Kimdi bu çocuk?

Solukları kesen bu kara kışta, koşan bu çocuk kimdi? Kuzeyli miydi, güneyli mi? Mağripten mi geliyordu maşrıktan mı? Kızgın kum, yakıcı güneşin olduğu o uzak beldeden mi geliyordu? Yoksa Haşim ‘in “O Belde”sinden mi?  Yolu Nil‘in kıyısına düşmüş müydü?

Bir kez olsun inkisarını dökmüş müydü Nil’e? Nehir taşmış mıydı?

Nuh’un Gemisi’nden mi geliyordu? Kimdi bu çocuk?

İster Yakup olsundu, ister Yusuf isterse Nuh.

İsterse de, şehrin en uzak yerinden koşarak gelen o adam. Ne önemi vardı!

İsminden de cisminden de vazgeçeli çok olmuştu.

İnanıyordu. Karpuz kabuğundan gemiler yapabileceğine, kâğıttan uçaklar. O kâğıttan uçaklarla, o gemilerle istediği coğrafyalara. Kudüs’e, Cezayir’e… Bir zamanlar olduğu yere, gidebileceğine. Bozkırda deniz kabukları bulabileceğine de inanıyordu, çölde inci tanesi de. Ne varsa düşlerinde bir gün  gerçekleşebileceğine inanıyordu.

Kar yağıyordu… Her boşluk hakikatten bir damla ile doluyordu.

Hayal kurduğunu sanıyorlardı. Oysa o, rüya görüyordu. Yaşıyordu!

Çocuk, elinden tuttu, şık giyimli telaşlı donuk adamın. Dünyalara sığdıramadığı hayatını, bir bavula sığdırmak zorunda kalan, bir bavula sığıveren adamın. ‘Üzerine yüreğinden başka muska takmadan’ konuştu. Döktü inkisarını:

Siz benimle konuşmuyorsunuz bayım. Sıfatlarla konuşuyorsunuz.

Sınırlar inşa ediyorsunuz. Sınırdan, sınırlıca konuşuyorsunuz. Benimle konuşun bayım benimle! Oysa ben sizinle konuşmak istiyorum.

Sizin derken sizin anladığınız sizinle değil. İçinizle, kalbinizle…

Kar yağıyor bayım görmüyor musunuz? Görmüyorlar! Kar deyince akıllarına sadece soğuk, donuk, dondurucu kar geliyor. Oysa şair “Allah kar gibi gökten yağınca” diyor.

Ben de diyorum. Allah gökten kar gibi yağınca. Yüzüne kar taneleri değince, ümit yere göklerden inince. Dualar semaya yükselince. ‘Artık ben, ben miyim’ diye soruyorum.

Siz de sorun. Ben, ben miyim? Kimim ben?

Çok şükür Allah sıfatlarla konuşmuyor bayım. Secdeye kavuşunca alın, geride hiçbir sıfat kalmıyor. Ben onunla sıfatlar olmadan konuşuyorum. Ben bazen konuşmuyorum bile bayım. Ama o beni yine de duyuyor. Cevap göklerden geliyor. Dışarıda kar yağıyor!