Ne olduysa o anda oldu. Bir fırtına koptu. Burada. Şu köşede!

Beyazlar içindeki, adamın içinde… Adamın deli köşesinde. Burada oldu ama buralı değildi. Burada kalmadı. Alemin özetini bir aynada seyretti. Âlemin özeti bir aynada ayan oldu. Dokunursa aynadaki aksine büyü bozulacak gibiydi. Konuşursa nehir taşacak, bahar kışa dönecek. Ve bir daha bahar gelmeyecekti. Masallar mı gerçekti, gerçekler mi masaldı? Anlayamadı.

Muğlak olandan mutlak olana geçme iştiyakı sardı dört bir yanını.

Zahirden batına. Görünür olandan görünmeyene. Suretten sir’ete.

Her şey farklı göründü. Gören, ne gördüğünün farkında mıydı? Bir mektup açılmıştı adamın önüne. Zarf bir kez yırtılmıştı.

Başka bir dilde mi yazılıydı bu mektup? Niçin mektubu okuyamıyordu? 

Gönlü başka coğrafyalara yelken açanın, lisanı da mı değişiyordu? Anlayamadı.

Kıyısındaydı her şeyin. Ne varsa ona ait hepsinin kıyısındaydı. Cesareti yoktu bir adım öteye geçmeye. Bir çölü aşmak gibiydi yaşamak. Elbet de kolay olmayacaktı.

Dünya denizi dağdağalı fırtınalı. Rüzgarına bıraktı kendini…  Savurdu, savruldu. Toparlanmaktı derdi. Dağıldı, dağıtıldı.

O, burada bu dağınıklıkta, birçok soruyla  yapayalnız bırakıldı. Ona soru sorma hakkı bile tanınmayan bu dünyada yanıldığını anladı.

Bu hatırsızlık bu hatırasızlıktı, onu en çok yıpratan. Şimdilerde çokça durgun, çokça suskun, çokça yorgundu. Tamam diyordu:

”Melek bir yandan şeytan bir yandan…” Ama hangisi melek hangisi şeytan?

Bu hız, bu sesler, bu öfkeler…

Herkesin çok konuşması, hiç susmaması. Çevre kirliliği, ses kirliliği, kalp kirliliği…

Filtreli ve fitneli bakışlar. Her yerin çok bulanıklaşması, hiç durulmaması.

Daha gösterişli, daha ışıklı, daha lüks… Ama bir o kadar yapay, bir o kadar çirkin ve ruhsuz.

Oysa bir namaz ferahlığı; göz aydınlığı, kurretu’l-ayn.

Bereketli zamanlar; seher vakti, fecr vakti, duha vakti.

Şifalı sözler; vel-asr, inşirah, la havle…

Şakku’l-Kamer. Mucize!

İsra, Miraç. Mucize!

Kâinatın her gün yeni baştan yaratılması. Bir et parçası kalbinin olanca hızla atması. Mucize!

Mucize, inanmış duru bir bakışla görülebilirdi ancak.

Akleden bir kalple… O zaman kalbe inmeliydi. Elinde ona emanet edilmiş bir mektup vardı. İhanet edemezdi kelimelere. Kelimelerin hakkı vardı üzerinde. Adem’den bu yana öğretilen bütün kelimeler gibi. Kalbe inen yolları geçti birer birer. Tıkanmış, karanlık yolları aydınlattı birer birer.

En son cümle kapısından girdi kalbe. Aynanın ötesine…

Yazılmış mektubu yeniden okumaya çalıştı.

Üç kelime… Nasibine düşmüş üç kelimeyi bu kez anladı.

Gördü, duydu ve iman etti:

”Niyet, gayret, mukadderat…”

Kalpteki siyah nokta: Süveyda. Süveyda küçüldü, kalp büyüdü.

Kalp büyüdükçe beden küçüldü…