Bilsem ki anlayabilecek bilsem ki anlatabileceğim…

Bilsem ki bu yük taşınabilecek, bilsem ki taşıyabileceğim…

Taşıyamadığım yerden taşmaya başlıyorum o halde:

İnsan… İnsan kendini… Toparlayamıyorum kusura bakma. Kelimeleri. Harfleri.

Dağılıyor zihnimde cümleler, toparlayamıyorum.

İnsan, kendini bazen o kadar fazla hissediyor ki Lili.

O masada. O sandalyede. O köşede.

İmkân olsa da o masadan o sandalyeden o köşeden kaçabilsem.

Ardıma dönüp bir kez bile bakmasam. Ben de bir hoşçakalı çok görsem örneğin. Ehlen ve sehlen demeyi unutsam. Kendime ‘çok kullanışlı bahaneler’ sunsam. Lambadaki cin uyansa, zuhur ediverse.

Kullanışlı üç bahane seçmemi istese. Üçünü de seçsem.

Gökten üç elma düşse; kırmızı sarı yeşil. Kanmasam rengine cihanın, seyrine bu kadar dalmasam.  

Açıl susam açıl dediğim de her kapı açılsa. İçimdeki mağaranın kapıları ardına kadar açılsa.

Sığınsam. Yedi uyuyanlar gibi, başka bir zamana uyansam. Yoldaşım hükemâlar, edipler, şuaralar olsa… Bahçemde; yaseminler, fesleğenler, karahindibalar…

Anılarla dolu o sandığın kilidini sakladığım yerden çıkarmasam ama. Sandık yerli yerinde dursa. Lakin olmuyor işte… Sandık şivekâr. Güzel bir kız gibi göz kırpıyor. Allı pullu, efsunlu…

Büyüsüne kapılıyorum. Sandık açılıyor. Büyü bozuluyor. Periler, cinler siliniyor resimden.

Kelimeler sarıyor etrafımı. Rüzgar her bir parçamı savuruyor. Harfler dağılıyor.

Ben dağılıyorum; o masada, o sandalyede, o köşede…

O gün yapmak istediğim tek şey eve gitmekti, biliyor musun Lili?.

Limanına kavuşmak için okyanusları aşan bir yük gemisi gibiydim. Liman. Sığınak. Ev.

Yüküm ağırdı. Kafamda ağır cümleler vardı. Kurşun gibi.

Beni anlıyor musun Lili? Kafanda olanca ağırlığıyla kurşun. Soğuk, çok soğuk.

Parça parça ölmek nedir, tahayyül edebilir misin?

Her şeyin kaderi vardı. Taşın dahi.

Ecel geldi mi ne bir adım ileri, ne bir adım geri. Dirim dediğin ‘hoşçakal ülkesi’.

Kalan sahalar ne senin ne evvelkilerin. Gündüz bitti artık sen geceye devrildin.

Fakat burada, bu gök kubbe altında, gece bile aydınlık Lili.

“Gece niçin gündüz kadar aydınlık olsun ki?”

Üzerimize giydirilmiş bu hüznün; neon ışıkları, floresan lambalarıyla bir ilgisi olmalı.

Muhakkak olmalı. Kurgulanmış bu dekor altında, müsterih olmak mümkün müydü? Namümkün!

Beyaz ışık  boşuna mı ölümle ilişkilendiriliyordu?

Bizi her gece öldürüyorlardı Lili anlasana! Bizi her gece parça parça…

Ağlamak istiyorum, bir kediye, bir köpeğe sarılıp ağlamak istiyorum.

Düşler filmindeki o çocuk gibi, şeftali ağaçları kesilince, içli içli ağlamak istiyorum.

Yahut küçülmek, ağırlıklarından kurtulmak. Van Gogh‘un resimlerinin içinde gezintiye çıkmak.

Unuttuğum ne varsa hatırlamak. Doğanın güzelliği karşısında lal olmak.

Renk, ışık, rüzgar, güneş…

Çokça yeşil.

Çokça sarı.

Buğday tarlası.

Kargalar…