1985’lerdeydi galiba.. İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 40 sene geçmişti.

Filipinler’in balta girmemiş ormanlarında bir ‘orman adamı’ ele geçirilmişti. Sanki bütün hayatı boyunca ormanlarda yaşamış bir acaib insan..

Ama, sonra anlaşılmıştı ki, bu kişi, gerçekte bir İkinci Dünya Savaşı’na katılmış bir japon askeridir ve Amerikalıların Japonya’yı işgal ettiği ve bütün japonları öldürdüğü düşüncesindeydi ve yakalanmak korkusu içinde, o ormanlarda 40 yıla yakın bir süre yapayalnız saklanmış ve vahşî tabiatın koynunda kendisine yeni bir hayat alanı açmıştı..

Adamcağız, ‘Savaş bitti, artık Amerika ile Japonya iki müttefik oldu..’ dediklerinde inanmakta epeyce zorlanmıştı.

*

IŞİD/ DAİŞ savaşçılarına karşı Irak ordusunun Amerikan hava desteğinde başlattığı bir operasyonun başarı kazandığı haberleri gelirken, İran’ın ilginç istihbarat komutanlarından birisi olarak tanınan Serdar / General Kasım Suleymanî’yi Irak’ta -Saddam’ın doğum yeri- Tikrit civarında, emrindeki savaşçılarıyla ve milis güçleriyle İran’ın emrindeki güçler olduğu gizli değil..

İran ki, 30 küsur yıl boyunca, Amerikan emperyalizmiyle karşı karşıyaydı. Şimdi ise, Amerika’nın işgalindeki Irak’da, Serdar Suleymanî, askerî operasyonların kilit ismi durumunda.. Üstelik gizli filan değil..

Amerikan emperyalizmi kör mü yani?.. O zaman, o eski düşmanlıkların yerine müttefiklik durumu gelmiş gibi olmuyor mu?

Dışsiyasette sürekli dostluk ve düşmanlık olmaz..’ denilse bile, yine de şaşırtıcı bir gelişme..

*

Hatırlayalım, birkaç ay önce, İran Meclisi’nden yetkili bir isim, ‘Eğer Hacı Kasım bir gün geç kalsaydı, Bağdad IŞİD’ın eline düşerdi..’ demişti. Yani Hacı Kasım, sadece şimdi deği, aylardır Irak içinde..

1980-88 arasında 8 yıl süren ve her iki taraftan da bir milyondan fazla insanın hayatına mal olan kanlı bir İran-Irak Savaşı’nda, düşman tarafın elindeki topraklarda bugün, böylesine rahat askerî operasyonlar düzenlemenin tadı başka olsa gerek..

Bu havaya uygun olarak, İran C. Başkanı Ruhanî’nin yardımcısı Ali Yûnusî de, geçtiğimiz günlerde, zımnen ‘Bağdad, İran’ın bizim başkentimizdir..’ dediği açıklandı. Kendini güçlü hissedenlerin hedef büyütmesi tabiîdir.

İran ajanslarından İSNA’nın haberine göre, geçen hafta, ’Büyük İranlı Kimliği Konferansı’nda konuşan Yûnusî, İran kültür coğrafyasının, kültür, medeniyet, din ve İranlılık ruhunun ‘Büyük İran’ coğrafyasına yayıldığını ve bir tabiî birliktelik olduğunu söyledikten sonra, bu coğrafyayı Çin sınırından Hind alt- kıtasına, Kuzey Kafkasya’dan Fars Körfezi’ne uzanan coğrafya olarak ifade etmişti.

Ülkedeki ‘azınlıklar’dan sorumlu İran C.Başkanı Yard. Yûnusî, daha da ilginç ifadeler kullanarak,’İran kültür coğrafyasında yaşayan herkes İranlıdır ve bu yönüyle bizim korumamız altındadır. Onları İslam fanatizmi, ateizm, tekfircilik, Yeni Osmanlıcılık, Vahhabîlik, Batı ve Siyonizm tehdidinden koruyacağız’ demiş; arkasından da, İsrail rejimi Başbakanı Netanyahu’nun geçen hafta Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada, ‘İran, Ortadoğu’da 4 ülkeyi (Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’i) yuttu’ sözlerine de değinmiş ve ’Irak şu an sadece medeniyet etkimiz altında olan bir ülke değil. Kimlik, kültür merkezimiz ve başkentimizdir. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyle.. Çünkü İran-Irak coğrafyası ve kültürünün birbirinden ayrılması mümkün değil..’ şeklinde konuşmuştu.

Bu gibi cümleler, elbette her bir devletin bir takım emellerini de yansıtır. ‘Irak, bizim kimlik, kültür ve merkezimiz, başkentimizdir..’ diyen bir kimse, bu sözlerinin, üstelik de o coğrafyada 100 yıl öncesine kadar 500 yıl hükûmet etmiş başkalarını hedef aaldığını düşünmemiş olabilir mi? Hele de, Yûnusî’nin, İslam fanatizmi, tekfircilik, Yeni Osmanlıcılık, Vehhabîlik gibi cereyanları sayarken, ateizm, Batı ve sionizm tehdidlerini de bunlarla karıştırıp birlikte sayması düşündürücüdür. Kaldı ki, İslam fanatizmi’nden söz ederken, bir çok müslüman taifelerin kendileri dışındakileri fanatizmle suçladıkları bilinmeyen bir şey mi?

Aynı şekilde, tekfircilik..

O bunu tekfir ediyor, /kafir olarak niteliyor, bu onu!..

Bu durum hele de savaşçı unsurlar arasında çok geçerli bir anlayış değil mi? ‘Onlar bizi kafir ve de öldürülmemizi hakk biliyor; öyleyse biz de onlarla savaşırız..’ diyerek karşı tarafı ‘temizleme’ operasyonlarına girişenlerin kimler olduğu bilinmiyor mu? Vehhabîlik de kezâ.. Vehhabîlerin kendileri gibi bir İslam anlayışına sahib olmayanlara çok uzak durdukları ve hattâ tekfir bile ettiği biliniyor da, ‘Biz vehhabîleri müslüman saymıyoruz..’ diyerek devlet televizyonlarından hem de ‘huccetulislam’ unvanlı nice ünlü kişilerin ağzından defalarca söylendiği bilinmiyor mu?

Hele de, Yeni Osmanlıcılık suçlaması..

Bu suçlamayla kasdolunanın, Tayyîb Erdoğan’ın fikrî ve ideal dünyası olduğu o kadar açık ki, son yıllarda, Yûnusî’nin de ülkesindeki devlet gazetelerinin başmakalelerinde, ‘Yeni Osmanlıcılık ve halifelik peşinde olan küstah, emperyalist uşağı’ gibi nitelemelerin kim için yazıldığını arşivlerden çıkarabilir. Ama, insaf ile düşünülsün, bölge halklarını Yeni Osmanlıcılık cereyanı’na karşı korumayı üstlendiklerini iddia edenler, kendi kültürlerinin etrafında tabiî bir birliktelik olduğunu söylerken, 500 yıl yaşamış aynı yönetim sistemi içinde birlikte yaşamış olan halklar arasında bir tabiî birliktelik olduğunu nasıl görmezlikten gelebilir? Arab ülkelerinde, yönetici sınıflar değil ama, halk kitlelerine bir bakılsın, bakalım, Osmanlı döneminde geçen 500 yıllık bir birliğin bugün de hasretle hatırlanan bir gönül birliği ve bir tabiî birliktelik oluşturup oluşturmadığı var mı, yok mu?

Gerçi İranlı makamlar bu gibi sözlerin sorumluluğundan kurtulmak için, hemen bir izaha tutunuyorlar ve ’Rehber, C. Başkanı ve Dışişleri Bakanı dışındakilerin sözleri onların kendi şahsî görüşleridir..’ demek gibi kaçamak yol buluyorlar. Ama, bunlar ne kadar inandırıcıdır? Benzer sözleri, meselaTürkiye’deki yüksek yöneticilerden birileri söylese, İran makamları o sözlerin kenarından, ‘Olur böyle şeyler..’ diye gecerler mi?

Ve bir diğer husus..

Bu satırların sahibi, emperyalist şeytanî güç odaklarının, İran’la Türkiye’yi vuruşturmak gibi hedefi gözetlediklerine hele de Suriye Buhranı’nın çıkışından beri daha bir değiniyordu. Ama, Türkiye, bu belâlı işe direkt olarak bulaşmamaya özel bir dikkat gösterdi, NATO’nun onca baskılarına rağmen.. İran ise, fiilen Irak-Suriye ve Lübnan’ı kendi hareket alanı olarak biliyor ve cirit atıyordu.

Ve bugün, Esed’i bir taraftan İran korumaya çalışırken, bir taraftan da, Amerikan emperyalizmi de korumakta bugün, fiilen..

800 yıl öncelerdeki Süleyman Şah ismine Suriye içinde dikilmiş bulunan ve uluslararası hukuka göre de Türkiye’nin toprağı olarak nitelenmiş olan 8 dönümlük bir arazi üzerindeki sembolik türbe, iki-üç hafta önce, yine Suriye içinde ve Türkiye sınırındaki bir başka 8 dönümlük mekana taşınınca, bunu ‘Türkiye’nin Suriye’yi işgale kalkışması’ olarak niteleyenlerin kendileri o coğrafyalarda cirit attığını gizlemeye gerek bile görmüyor.

*

Keza, daha yakın bir savaş tehlikesine de değinelim. Yemen’de Husî güçlerinin başkent San’a’yı ele geçirmesinden sonra; İran’ın önceden beri zâten bilinen açık desteğinin yakın gelecekte, Suûd rejimiyle İran’ı karşı karşıya getirebileceğini unutmamak gerek..

Bahreyn konusunda Suûd rejimi, İran’ın Bahreyn’i savunacağını önceden açıklamasına rağmen, Suûd saldırısı karşısında sessiz kalmıştı.

Şimdi ise, İran, Suûd rejmini güneyinden, Yemen’den kuşatmaya çalışıyor. Suûd rejimi bu duruma seyirci kalacak mıdır? Bu noktada, Suûdî mi daha fazla Amerikan himayesine mazhar olur, yoksa başkası mı, o da gelecekte görülür.

Amerikan emperyalizmi, bir tarafdan sizi güçlü duruma getirirken, başkalarını da başka türlü güçlendirerek müslüman toplumlarını ve coğrafyalarını birbirine kırdırmaya çalışmayacak mıdır?

Türkiye NATO üyesi olduğu halde, USA emperyalizmince dikte edilen NATO’nun saldırgan siyasetlerinden uzak durmaya çalışırken; İran’ın onyıllar boyu karşı olduğu Amerikan emperyalizmiyle bu noktaya gelmiş olması oldukça manidârdır.

Amerikan saldırılarından korunmak için Irak bataklıklarında yıllardır gizlenen bir İranlı asker bulunsa, bugün gelinen durumu anlamakta nasıl da zorlanır, değil mi?

*