Türkiye Büyük Millet Meclisi…
Millet iradesinin en yüksek makamı.
Siyasetin kavga alanı değil, sözün ve aklın kürsüsü.
Ancak bütçe görüşmelerinin son gününde ortaya çıkan manzara ne sağa ne sola, ne iktidara ne muhalefete yakıştı. Yumrukların havada uçuştuğu, sıraların bir ringe döndüğü görüntüler, milletin emanet ettiği kürsüyü gölgeledi. Bu gerçeği söylemek, kimseyi kayırmak değildir; Meclis’in haysiyetini savunmaktır.
Bu tabloyu eleştirirken bir gerçeği de açıkça teslim edelim: Mustafa Varank’ın sözleri siyasi bir polemiktir; serttir, evet. Ama siyasetin alanındadır. Sandığı, icraatı ve vaadi tartışır. CHP’li belediyelerin “bedava traktör” vaatlerini hatırlatır; kamuoyunun hafızasına seslenir. Buna itiraz edilir, cevap verilir, karşı argüman üretilir. Yumrukla değil, kürsüyle.
Ne var ki Cumhuriyet Halk Partisi sıralarından yükselen öfke, meseleyi sözden koparıp kavgaya taşıdı. Hakaret dili, tarih üzerinden yürütülen gerilim ve provokatif üslup, Meclis’i kilitledi. Oysa siyaset, rakibi susturmak değil; millete konuşmaktır. Sözün bittiği yerde yumruk başlıyorsa, kaybeden sadece taraflar değil, Meclis’in itibarıdır.
Bir kez daha altını çizelim:
Bütçe görüşmeleri, bir ülkenin ekonomi aklıdır. 2026 bütçesi konuşulurken, Meclis’in görevi hesap sormak ve hesap vermektir. Millet, vekillerinden kavga değil, hesap bekler. Bu yüzden, görüntüler ne kadar sert olursa olsun, kabul edilemezdir.
Bu noktada bir hatırlatma şart: Türkiye Büyük Millet Meclisi bir parti genel merkezi değildir. Bir meydan hiç değildir. Gazi Meclis, Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, yoklukta devlet kurmuş bir iradenin adıdır. Orada atılan her yumruk, sadece karşı sıraya değil, milletin hafızasına iner.
Muhalefet, eleştirisini elbette yapacak. İktidar, savunmasını elbette verecek. Ama sınır bellidir. O sınır, Meclis’in onurudur. O sınır aşıldığında, kazanan olmaz.
Bugün yapılması gereken şey basittir ama hayati önemdedir:
Siyaset, yeniden sözün alanına dönmelidir. Meclis Başkanlığı, kürsünün vakarını korumalı; parti grupları, kendi sıralarına önce disiplin, sonra akıl getirmelidir.
Çünkü bu ülke, Meclis’te yumrukla değil, irfanla büyüdü.
Ve millet, temsil edildiği kürsüde kavga değil, ciddiyet görmek istiyor.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
ATEŞKES DEĞİL, OYALAMA..
GAZZE’DE ÖLÜM DURURKEN DİPLOMASİ NEDEN YÜRÜMÜYOR?
Gazze’de ateşkesin “ikinci aşaması” denilen şey, kâğıt üzerinde var; sahada yok. Enkazın üstünde oturan bir adamın sessizliği, diplomatik metinlerden daha gür konuşuyor. Çünkü orada durdurulan şey savaş değil; sadece vicdan. İki aydır “ilk aşama”da sıkışıp kalan süreç, Filistinliler için bir nefes değil, uzatılmış bir boğulma anlamına geliyor.
Bugün Gazze’de gerçek şu: Ateşkes ilerlemiyor çünkü işgalin siyaseti ilerliyor. İsrail, sahadaki askeri varlığını “güvenlik” başlığı altında kalıcılaştırmak isterken; masada her başlığı yeni bir şartla kilitliyor. Rehine söylemi, silahsızlanma dayatması, tampon bölge talepleri… Hepsi aynı cümlede birleşiyor: “Çekilmeye niyetimiz yok.” Bunu en çıplak haliyle Netanyahu söylüyor; masayı uzatıyor, sahayı daraltıyor.
Öte yanda Hamas üzerinden kurulan denklemler de masum değil. Silahsızlanma meselesi, İsrail tamamen çekilmeden konuşuluyor; çekilme ise silahsızlanmaya bağlanıyor. Yani kısır döngü, kasıtlı bir kilit. Kilidin anahtarı Washington’da; ama kapı Tel Aviv’de tutuluyor.
Burada asıl suç ortağı kim? “Arabulucu” diye sunulan ama fiilen taraf olan Amerika. Donald Trump yönetimi, ateşkesi “ilerletmek” adına baskıdan söz ediyor; fakat aynı anda İsrail’in taleplerini normalleştiriyor. Rehineler konuşuluyor, 70 bini aşan Filistinli can istatistik gibi geçiliyor. Ateşkes ihlallerinin bilançosu ortadayken, sorumluluk sürekli yer değiştiriyor. Oysa Gazze Şeridi’nde toprağın hafızası var: Hangi kurşunun ne zaman sıkıldığını biliyor.
İkinci aşamanın kilit başlığı olan “kim yönetecek?” sorusu da bir başka aldatmaca. “Teknokrat”, “tarafsız”, “geçiş” gibi kelimelerle süslenen planlar, Filistin iradesini dışlayan bir idari makyajdan ibaret. İsrail ne Hamas’ı istiyor ne Filistin Yönetimi’ni; ama Gazze’yi kendi güvenlik mimarisine göre dizayn etmekten de vazgeçmiyor. Bu, barış değil; vesayet.
Bir de Türkiye tartışması var. Gazze’ye uluslararası bir istikrar gücü konuşlandırma ihtimali dillendirilirken, Ankara’nın adı özellikle hedefe konuyor. Çünkü Türkiye sahaya girdiğinde, masanın dili değişir. İşte tam da bu yüzden, İsrail medyası Türk varlığını peşinen bloke etmeye çalışıyor. Bu tesadüf değil; denge korkusu.
Rakamlar yalan söylemez: Ateşkes döneminde dahi yüzlerce Filistinli öldürüldü. Enkazda yaşam, göçebe bir hayata dönüştü. Okullar yok, hastaneler yarım, mezarlıklar dolu. Buna rağmen ikinci aşama “teknik ayrıntılara” boğuluyor. Çünkü mesele teknik değil; ahlaki.
Şu hakikatle yüzleşelim: Gazze’de ateşkesin ikinci aşaması ilerlemiyorsa, bu Filistinliler yüzünden değil. Bu, işgali kalıcılaştırmak isteyenlerin, sorumluluğu başkalarına yıkma stratejisidir. Dünya bu oyunu daha ne kadar seyredecek? Diplomasi, ölümün hızını düşürmek için değil; ölümü durdurmak için vardır.
Gazze, bir pazarlık maddesi değildir.
Filistin halkı, bir “güvenlik riski” değil; insandır.
Ve insanlık, bugün Gazze’de sınavdadır.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
YERLİ ARABA, SOSYAL DEVLET..
FIRSAT MI, RİSK Mİ?
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın masaya koyduğu “İlk Arabam Yerli Otomobil Aile Destek Programı”, iki ayrı pencereden bakılmayı hak eden bir düzenleme. Bir yüzüyle sosyal devlet refleksi, diğer yüzüyle uygulama adaleti sınavı. Meseleyi alkışla geçmek de peşinen mahkûm etmek de eksik olur.
I. BOYUT: SOSYAL DEVLET VE MİLLİ SANAYİ ADINA DOĞRU İSTİKAMET
Önce hakkını teslim edelim. 25 yaş üstü araçların trafikten çekilmesi hem can güvenliği hem çevre açısından gecikmiş bir adımdır. Hurda teşvikiyle eski araç parkının yenilenmesi, şehirlerin nefes alması demektir. Üstelik bu yenilenmenin yerli üretim şartına bağlanması, sanayi politikasının sahaya inmiş hâlidir.
ÖTV muafiyetinin 3 ve üzeri çocuklu ailelere yönelmesi ise, demografik gerçekliğe temas eden bir sosyal politika tercihidir. Artan yaşam maliyetleri karşısında kalabalık ailelerin mobilite ihtiyacını görmezden gelmek, sosyal devlet iddiasıyla bağdaşmaz. Bu düzenleme, “dar gelirli ilk kez otomobil sahibi olsun” diyen bir iradenin ifadesidir.
En önemlisi: Yüzde 40 ve üzeri yerlilik şartı, ithalat iştahını değil yerli ekosistemi besler. Tedarik zinciri, istihdam, yan sanayi… Hepsi bu kararla birlikte canlanır. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın hedefi burada nettir: Sosyal destek ile sanayi teşviğini aynı cümlede buluşturmak.
II. BOYUT: ADALET, ŞEFFAFLIK VE “KİM FAYDALANACAK?” SORUSU
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. ÖTV muafiyeti gibi güçlü bir araç, en küçük boşlukta suistimale açık hâle gelir. “Dar gelirli” tanımı nasıl yapılacak? Gelir tespiti hangi kriterlere göre belirlenecek? Kayıt dışı gelirler nasıl ayıklanacak? Bu sorular cevaplanmadan atılan her adım, iyi niyeti gölgeler.
Hurda teşviki de dikkat ister. 25 yaş üstü araçların piyasada “teşvik beklentisiyle” fiyat şişirmesine gitmesi, programın amacını tersine çevirebilir. Bir başka risk: ÖTV’siz alınan araçların kısa sürede el değiştirmesi. Eğer satış kısıtı ve denetim net olmazsa, destek aileye değil aracıya çalışır.
Bir de Meclis boyutu var. Düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gelmeden önce, muhalefetle açık bir istişare yapılmalı. Çünkü bu mesele ideolojik değil; ekonomik ve sosyal bir meseledir. Toplumsal mutabakat, uygulamanın sigortasıdır.
DEMEM O Kİ;
Bu program, doğru uygulanırsa hem aileyi güçlendirir hem yerli sanayiyi. Yanlış uygulanırsa, iyi bir fikir kötü bir örneğe dönüşür. Anahtar kelimeler bellidir: Net kriterler, sıkı denetim, şeffaf süreç.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey; vitrinde kalan projeler değil, mutfağa inen politikalardır. “İlk Arabam Yerli Otomobil Aile Destek Programı”, tam da bu eşikte duruyor. Direksiyon doğru tutulursa, yol açıktır. Aksi hâlde, iyi niyetli bir hamle, beklenmedik virajlarda savrulabilir.