Günlük rutinlerimiz arasında toplum olarak iş ortamından, trafikten, ekonomiden, eğitimden veya toplumu ilgilendiren diğer konulardan şikâyet etmek günlük rutinimize dönüşmüş. Eleştirmek, şikâyet etmek hakkımız, ancak problemin bir parçası da bazen bizzat kendimiz olabiliyoruz. O halde, çözümlere odaklanan, İşleri zorlaştırmak yerine kolaylaştıran, kaliteyi önceleyen, toplumun kalite standartlarını her noktada yükseltmeye çalışan bir bakış açısına yoğunlaşmamız gerekiyor. Aksi halde şikâyetler sadece “homurdanmalar” olarak memnuniyetsizlikleri artıran fakat çözüme hiç bir katkı sağlamayan söylenmeler olarak kalıyor. Bir de “Benim yapabileceğim ne var ki?” bahanesinden kurtulmak gerekiyor. Evet bir yerden başlamak gerekiyorsa, öncelikle kendimizden ve yakın çevreden başlamak gerekiyor. Bütün nebiler, Allah dostları, filozoflar, kanaat önderleri, bilgeler, öyle yapmadılar mı?

Tekâmül halkasının ilk zincirinde kendimiz ve sonrasında elimizin dilimizin döndüğü kadar yakınlarımız olmalı. Gücümüz kadar da halka geniş olmalı. O halde, toplum için bir şeyler yapmanın yolu, yine kendimiz için ömür boyu sürecek uzun ve zorlu bir gelişme sürecinden geçmeyi gerektiriyor. Öğrenirken öğretmek, öğrettikçe yine öğrenmek gibi salih bir dairenin içinde olmak insan için erişilebilecek en büyük kazançlardan…

Bugüne kadar “kendime ve topluma nasıl katkı sağlayabilirim, nereden başlamalıyım” sorusuna birçok kez muhatap oldum. Lisans ve lisansüstü öğrencilerim, seminer gruplarım veya çevremdeki gençler, arkadaşlarım samimi şekilde bu soruyu soruyorlar. “Ne yapmalıyız?”, “Geç de olsa kendimizi yetiştirmek için nereden başlamalıyız?” “İçinde yaşadığımız topluma nasıl katkı sağlayabiliriz?” Bunun da bir adım ötesinde, daha iyi bir ülkede yaşamak için neler yapabiliriz?

Bu soruların kestirmeden, kolay ve konfeksiyon kesim cevapları yok. Fakat doğru yerden başlamak gerekiyor: Sıfır noktasından. Sıfır noktasını, anlayabilmek için öncelikle tevazu sahip olmak elzem. Zaten hayatı anlayıp bilenin, kibri değil, tevazuu olmalı.

Sıfır noktası, “Benim bildiklerim bilmediklerime göre neredeyse hiç hükmünde” cümlesini kurabilme basiretini gerektiriyor. “Bütün hayatım boyunca okuduğum, gördüğüm, denediğim ve tecrübe ettiklerim, bilmediklerim karşısında çok küçük kalıyor; ama daha fazlasını öğrenebilirim” diyebilmeli insan. Çünkü bu noktada durmadığı sürece hayat yolunun bir öğrenicisi/öğrencisi olmak mümkün değil.

Öğrenci/öğrenici yani talebe, tâlip olan, talep eden demekti. Hocalarımız ortaokulda, lisede ilk önce bunu öğretmişlerdi bizlere. Talep etmeyen öğrenemezdi. İçinden geçtiğimiz hayat yolunun zemini de, çevresi de, yolda karşılaştıklarımız da yol arkadaşlarımız da bizim için birer öğretici/okutucudur. Bizler bu uzun yol boyunca süren öğrenme sürecinin öğrenicileriyiz/okuyucularıyız. Bu kabulle başlamadığımızda öğrenme sürecine kendimizi kapatarak peşin bir yenilgiyle başlanmış oluruz.

Bu uzun yolda, insan, hayvan, eşya, nesne, gökyüzü ve yeryüzünün her santimi insan için öğreticidir. Hayatın kendisi büyük bir öğretmendir. Ancak sadece öğrenmek isteyen iyi öğrencilere bilgisini paylaşan bir öğretmendir o…

Hayat “Her şeyi ben bilirim” diyene öğretmez. “Ben bilirim” diyen ya hiç öğrenemez ya geç öğrenir, çünkü öğrenmesi gerektiğinin farkında bile değildir.

Ben bilirim” diyene hayat öğretir, ama tatlı okşayışlarla değil, sert tokatlarla…

Gerçekten bilmek, sadece bir zekâ işi değildir; hafıza, kıyaslama kabiliyeti ve yaşananlardan sonuçlar çıkarabilmeyi de gerektir. Bu da bir zaman ve süreç işidir.

Bildiğini tevazuuyla sunabilmek bir karakter ve erdem meselesidir. “Ben bilirim” diyerek söze başlamak çoğu kez gizli bir kibir ve kesin inançlılığın da emaresidir. Öğrenip de öğretmek, aktarmak, paylaşmak insan ruhunu yüceltir.

Ben bilirim ve en üstünüm” İblis’in sloganlarındandır.

Şöyle bir etrafınıza bakarsanız, özgüveni tavan yapmış ve öğrenmeye kapalı, sanal dünyadan öğrendikleri ve gazete manşetleri ya da sloganlarla konuşan nice insan görürüsünüz. Yeni zamanlar, bu insan profilinden mebzul miktarda üretti.

(Devam edeceğiz…)