Bu Ramazan TRT’de yayınlanan bazı programlar, izleyenlere evlere şenlik enstantaneler sunuyor. Özellikle namaz kılmayan müminlere yönelik tavsif ve tahkimler kamuoyu için şaşırtıcı bir hal almış durumda. Namaz kılmayanların idam edilmesi gerektiğine dair verilen fetvanın tekfir konusuyla bağlantılı olarak fıkıh literatüründe bir bağlamı ve anlamı bulunduğu muhakkak. Lakin hayvana benzetenin yürüttüğü mantığı sorgulamamız vaciptir. Zira namaz bir zikirdir ve  Ra’d suresinin on beşinci  ayetine göre  her varlık, kendi lisan-ı haliyle Allah’ı zaten tesbih etmektedir: “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam, ister istemez sadece Allah’a secde ederler.” O halde burada bir tesbih/teşbih hatası veya hatibin coşku ve şehvetinden kaynaklı bir problemle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Evet, bazen dil sahibine ihanet eder.

Bu vesile ile düşünce tarihimiz boyunca teolojik, epistemolojik ve kullanışlı bir silah olarak başvurulan tekfir konusunun kökenlerine doğru bir yolculuk yapalım.

Tekfir, bir Müslümanın başka bir Müslüman’ı herhangi bir fiili nedeniyle İslam dışı olarak tanımlaması şeklinde özetlenebilecek fıkhi-kelami bir kavramdır. Düşünce tarihimizde sistematik tekfir sorunuyla ilk yüzleşmemiz Hariciler ile ortaya çıkmıştır. “Mürtekib-i Kebire”, yani büyük günah işleyenin durumunun ne olacağı hakkındaki tartışmalar, ilk çıkışı itibariyle aslında teolojik değil siyasidir. Ancak daha sonraları bu kavram dini bir hüviyet kazanmıştır. Müslümanlar için istikbalin kaderini belirleyen tarihi süreç,Nebi’nin vefatından sonraki ilk otuz yılda yaşanmıştır. Bu vetirede meydana gelen toplumsal hadiseler, dün olduğu gibi bugün ve hatta yarın da Müslümanları etkilemeye, belli konularda İslami düşünüş biçimlerini belirlemeye devam ederek tarihin değil aktüelin bir cüzü şeklinde varlık iddiasını sürdürecektir.

Bu dönemde peygamberin irtihaliyle başlayan tartışmalar, daha özelde Hz. Osman’ın katli,  Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Emevi iktidarında gelişen isyanlar ve bunların bastırılmasında yaşanan dramatik hadiseler (Kerbela ve Harreörnekleri) tarihsel hafızamıza silinmeyecek şekilde kazınmıştır. İşte bunlar arasında yer alan Cemel ve Sıffin’deher iki taraftan hayatını kaybeden binlerce Müslümanın “dini durum”unun ne olduğu sorusuna verilen cevaplar Haricilik, Mürcie, Mutezile ve hatta Ehl-i Sünnet ekollerinin doğmasına etki eden sebeplerden biri olmuştur.

İlk dönem Haricileri, “ölen de öldüren de kafirdir, Allah’ın kitabı böyle buyurmaktadır” diyerek lafızcı bir yaklaşım sergilemiş ve daha sonra literatüre “mürtekib-i kebire” isimlendirmesiyle girecek teolojik bir problemin işaret fişeğini ateşlemiştir. Buna karşın daha sonra ortaya çıkacak olan Mürcie, imanın tarifinin sınırlarını alabildiğine genişleterek kendini marjinal bir kutba yerleştirmiştir. Mutezili alimler ise, bu soruna çözüm üretmekiçin geliştirdikleri “el-menziletübeyne’l-menzileteyn” teorisiyle daha farklı bir kavramsallaştırmayı tercih etmişlerdir.

Ehl-i Sünnet çizgisinin meseleye yaklaşımını gelecek yazıya bırakırken sön söz sadedinde şunu belirtelim: Nihayetinde  adı tekfir olan ve  hiza dışı fikir üretenlere karşı kolayca kullanılabilenötekileştirici, sindirici, susturucu ve hatta bazen yok edici özelliğe sahip nur topu gibi bir silah icat edilmiştir.

Bu yararlı (!) icattan bugün de faydalanmaya ne yazık ki devam etmekteyiz.