Tartûsî ile İbn Arabi’nin zahir alemde görüşüp görüşmediği hususunda çekincelerim olmakla birlikte rivayete sadık kalarak bir kıssayı zikretmek istiyorum.

Bir gün Tartusî, İbn Arabi’yle sohbeti esnasında, Ebu Medyen’i tenkit eden bir tavır takınır. Ebu Medyen XII. asırda yaşamış Medyeniyye tarikatının kurucusu, Endülüs doğumlu, Kuzey Afrikalı  bir mutasavvıftır. Hacda Abdülkadir Geylânîile görüşmüş, ondan hem hadis hem de feyz almıştır.

Ebu Medyen’e sınırsız bir hürmet besleyen İbn Arabi isebu tutumundan dolayı Tartûsî’ye karşı soğukluk duymaya başlamıştır. Lakin aynı gece rüyasında Allah Resulü tarafından ikaz edilir:

Resulullah İbn Arabi’ye sorar:

– Niçin falancaya buğzetmektesin?

– Çünkü o Ebu Medyen’e buğzetmektedir.

– Peki Allah’ı ve Resulünü sevmiyor mu?

– Muhakkak Allah’ı da seni de seviyor.

– O zaman neden Ebu Medyen’e buğzettiği için ona buğz ediyorsun da Allah’ı ve Resulünü sevdiği için sevmiyorsun?

– Ya Resulallah, gaflete düştüm ve hata ettim, şimdi pişmanım ve o zat da artık en sevdiğim kişilerdendir. Sen beni uyardın ve doğruyu gösterdin.

İşte hakiki tasavvuf terbiyesi… Ve sözün bittiği yer ki zirvedir…

Peki bugün tasavvuf terbiyesi almış bazı kardeşlerimiz, neden bu sevgi yolunu terk ettiler? Biliyoruz ki sufi erbabına göre ancak keşf yani ilham, insanı Hakka isal eder. Akıl tek başına güvenilir değildir.Acaba keşfi bırakıp eleştirdiğimiz rasyonalistlerden daha akılcı bir yol tutmuş olabilir miyiz? Bu soruşimdilik bir kıyıda bekleyedursun…

Kuran’ın yerdeki izi, gökteki gölgeliği olan Efendimizin sözlerine bakıyorum: Komşudan bahsediyor.‘Kendin için istemediğini komşun için de isteme’diyor.‘Mümin o kimsedir ki kendi ayıbı ile ilgilenmek onu, başkasının ayıbını görmekten alıkoyar’ diyor. ‘Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız’diyor. Dinin temel kaynakları olan Kuran ve sünnete; medeniyetimizin sac ayakları olan dil ve örfe, kültüre, sanata, güftelerimize ve bestelerimize bakıyorum. Hep yolcu, komşu, akraba, kardeşlik, ümmet yani kendimiz dışındakilerin haklarından, onları sevmekten, kusurlarına karşı hoşgörülü olmaktan söz ediyor. Hor görüden değil!

İçki yasaklanmış lakin bir sahabi bu alışkanlığını terk etmiyor. Kutlu Nebi, onu cezalandırma hevesindekileri engelleyip “bırakın, o Allah ve Resulünü seviyor”diyor. Daha nice şefkatli tavır, O rahmet deryasından sökün ediyor.

Peki, Onun dilini ve siretini sürdürme iddiasında olan bizler neyden söz ediyoruz?

Hey bayım o gün ben de oradaydım ve Yaratan’ın size “yeryüzünde beni ve dinimi koru! Bunun için kaç gönül evini yıkman/yakman gerekirse kutsal ateşimle yak” diye bir görev verdiğini hatırlamıyorum. Takdis/vaftiz edilmiş bir bodyguardlığınız yok, artık fark ediniz.

Gönül evlerini tanrının kutsal ateşiyle yakmak! Hemen gözümüze batan bu cümlenin, ne kadar gayri İslami bir ifade olduğunu fark ediyor muyuz? Kuran’ın dilinden çok, muharref Tevrat’ın dilini çağrıştırıyor.Hakikatin konuşulduğu sohbet mekanının değil, hurafenin soylandığı sosyal medyanın üslubunu…

Kendi mezhebini, meşrebini, grubunu adı herneyse işte onu; dinin yegane sahih yorumuymuş, fırka-i naciye imiş gibi görüp hatta ed-Din olan İslam ile aynileştiren ve bunun doğal bir sonucu olarak farklı anlayışta olanları –farz-ı mahal kusurlu bile olsamüminliklerini görmezden gelip- tekfirci bir yaklaşımla ötekileştiren, her zamankinden daha çok birliğe, bütünlüğe, sosyal tevhide muhtaç olduğumuz şu günlerde fitneye yaldızlı davetiye çıkaranları, vahyi, aklı, vicdanı, insafı kuşanmaya çağırıyorum.

Baki selam…