Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez benim gibilerin korka korka söylediğini doğrudan söyledi: “Kur’ân, ses yarışmalarının güftesi olarak kullanılacak bir kitap değildir.” Cümledeki ‘kullanma’ kelimesi suçlayıcı bir ton içeriyor ve Kur’ân’ı merkeze alan tüm gayretleri mahkûm etme riski taşıyor. “Kullanma” kelimesini kaldırarak yumuşatırsak, cümleyi bir özeleştiri ekseni olarak ‘kullanabiliriz!”  Şöyle dedi diyelim Görmez Hoca: “Kur’an, ses yarışmalarının güftesi olamaz.”

Az önce aradım Görmez Hocamı. Her zamanki nezaketi ile açtı telefonu. Bu cümleden neyi kastettiğini anlamak istedim. Konuşmanın bağlamını öğrendim önce. “Umuma değildi!” Hizmet içi bir toplantıda geçiyor ve sadece ilgililere söyleniyor. Kur’ân Kursu öğretmenlerine, hafız ve hafız adaylarına… Ne var ki, medyanın haber yapma heyecanı, sözün siyak ve sibakını gözetme inceliğini göz ardı ediyor. On yılı aşkın bir süredir tanışıyoruz Görmez Hocamla. Çok zor günlerde, kritik dönemeçlerde, çok güzel ve yerinde kararlar aldığına, en azından, 15 Temmuz gecesinin salâları şahittir. Hakikati temyiz etme konusunda cesaretlidir ama insafı da elden bırakmaz. Uzunca konuşmamızın özeti şöyle: “Dikkatler Kur’ân’ın sesinin musikisine ve lafzına çekilirken, Kur’ân’ın anlamının ve maksadının göz ardı edilmesi endişesiyle söylenmiş bir ifade bu…”

Teşekkür ederek kapattım telefonu. Konuşmayı baştan dinledim.

Bir kez daha anladım ki, sorunumuz TRT’deki yarışma değil; parçayı bütünün yerine koyma kolaycılığı. O kadar matematik dersi alıyoruz ama hayata geçmiyor demek ki. Parçayı bütünün yerine koyarsak, hem parçaya hem bütüne haksızlık ederiz. O toplantının ünlenen o cümlesinden önce, Görmez Hoca’nın bütünün hukukunu parçaya yedirmeme adına, ‘sadece’ vurgularıyla kurduğu beş altı cümlesi var. Özetliyorum: Kur’ân’a karşı sorumluluğumuz sadece “güzel seslendirmek ve güzel dinlemek” değildir. Güzel seslendirmeye ‘fem-i muhsin’ deniyor kadim kültürde. Güzel seslendirmenin meyvesi ise güzel anlamaktır; bu da ‘fehm-i muhsin’dir. Sadece güzel anlama da yetmez. Güzel anlamanın da Kur’ân’la ahlaklanarak güzelleşmek diye bir meyvesi olmalı; buna da ‘hulk-u muhsin’ deniyor.

Bir metni bütün olarak dinlemek/okumak, bir fem-i muhsin sorumluluğudur. Yeterince ‘güzel dinleyen’, konuşmada fem-i muhsin, fehm-i muhsin ve hulk-u muhsin’i beraberce duyar. Son cümleyi de bütünün parçası olarak anlar. Nihai sözü şudur Görmez Hoca’nın: ‘Fehm-i muhsin’i ve ‘hulk-u muhsin’i içermeyen bir ‘fem-i muhsin’ ‘fem-i muhsin’ değildir.” Yani, güzel anlamayı ve güzel yaşamayı teklif etmeyen ‘güzel seslendirme’, ‘güzel seslendirme’ değildir.

Şükür ki o cümleyi kurmuş Görmez Hoca. Cümledeki “güfte ve ses” ayırımı, Kur’ân’ı merkez alan her türlü yarışmayı da soğukkanlıca tahlil imkânı veriyor bize. Demek ki neymiş? İçinde “Kur’ân” kelimesi geçen bir yarışmanın iki bileşeni varmış. Birincisi Kur’ân, yani güfte, ikincisi ise ses. Güfte semavîdir, gökten iner; ses ise beşerîdir, yerden çıkar. Gökten inen yeryüzündekilerin sıralamaya koyacağı bir şey değildir; yarıştırılamaz. Yerden çıkanların, insan emeği olanların ise her daim bir yarışma konusu olabileceği de hayatın en temel gerçeğidir. Hep bir tercihte bulunuruz yaşarken; bir şeyi daha çok beğenir, bir başkasını az beğeniriz. Bir şeyi önceler, diğerini sona bırakırız. İçimizde sessiz bir yarışmadır akıp gider…

Kur’ân-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması yapanlar Kur’ân’ı değil; Kur’ân’ı seslendirenleri yarıştırıyor. Sıralamaya konu edilen Kur’ân’ın kendisi değil Kur’ân’ın seslendirilişidir.

Kaldı ki, Kur’ân’ın sadece seslendirilmesi yarışma konusu değildir. Meselâ, Kur’ân’ın ciltlenişi de bir yarışma konusu olabilir. Kur’ân güftesi içeren bir Mushaf’ı satın almak üzere elimizde evirip çevirirken, iyi ciltlenmiş bir Mushaf’ı birincimiz yapar, diğerlerini ikinci ya da üçüncülüğe terk ederiz.

Kur’ân’ın yazılışı zaten çok iyi bildiğimiz bir yarışma konusudur. “En iyi hattat kim?” diye sorup dururuz. Hattat Hamid’in hatırına dayanarak, şu an hayattaki güzel hat ustalarının zarafetine güvenerek, “Kur’ân Mekke’de indi, İstanbul’da yazıldı” diye bir iftiharı da sahipleniriz. Kur’ân’ın meali de, tefsiri de bir beğeni konusudur; meal yazarlarını da müfessirleri de yarıştırırız içimizde.

Tüm bu yarışmalar Kur’ân’ı birincimiz yaptığımız içindir. Kur’ân’ı en güzel hat üzerinden okumayı tercih ederken, Kur’ân’ı tercih ederiz aslında. Kur’ân’ın kaliteli kâğıda yazılmasını/basılmasını arzu ederken, Kur’ân’ı baş tacı ederiz aslında. Kur’ân’ın anlamını en iyi kavrayan mealcinin/müfessirin tefsirini tercih ederken, Kur’ân’ın güftesini önceler, güftenin muradını el üstünde tutarız aslında.

TRT’de yayınlanan Kur’ân-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması, zaten “Dünya Kur’ân Okuma Birincileri, İkincileri vs.” unvanları üzerinden onaylayıp sevdiğimiz kari/okuyucu kardeşlerimizin bir yerlerde başından geçenleri kamera önüne alıyor, görünür hale getiriyor. Kardeşlerimize ‘dünya birinciliği, ikinciliği, üçüncülüğü” kazandıran o az bilinir yarışmaların da bir jürisi vardı ve aşağı yukarı TRT’deki jüri gibi tartışmış olmalılar.

Görüntüye gelen her şey elbette ki eleştiri konusu olmaya adaydır; bu da son derece güzeldir. Hele de görünmelerin ‘çok seyredilme’ arzusuna göre ayarlandığı bugünlerde, işin özünden sapma olması ya da böyle görünmesi kaçınılmazdır. Çok seyredilir olmanın icabını yerine getirmek için, çok bilinen ama başka şeyleri konu edinen bir format tercih edilebilir. Umarız ki bu eleştiriler yine Ramazan’ı beklemeden, Kur’ân’ı sadece seslendirmeyi değil anlamayı da, anlamını söze dökmeyi de konu edinen bir izzetli yarışmaya kapı aralar. Söz konusu yarışmada jüri heyetinden biri de seslendirilen güftenin anlamı üzerine, kısa, doğrudan, net yorumlar yapsaydı, böylece ses yarışması heyecanı hatırına güftenin sonsuz müjdesini de duymuş olurduk.

TRT yönetimi, hatalı ya da kusurlu da olsa, eksiğinin gediğinin olması kaçınılmaz olan, nihai tahlilde, Kur’ân’ı merkeze alan emek-yoğun bir proje için teşekkürü hak ediyor. Diyanet İşleri Başkanımıza, kutsalı arz etme üslubuna zarif bir ‘tuning’/ ‘ince ayar’ yaptığı için minnettarız. Heyecanlı yarışmaların kıyısında, telaşlı koşturmaların üzerinde sakin bir sarraf dokunuşuna, estetik bir usta bakışına ihtiyacımız hep olacak. Böylece, düştüğümüz yerden kalkar, başkalarının yaptığı işi yapma ya da başkalarının yaptığı işten daha iyisini yapma yarışmasından çekilir de, özgünlüğümüzü koruyarak, biricikliğimize güvenerek, ontolojimizi ortaya koyarak, reyting raconunun hoyrat tasallutuna müstağni kalarak, ‘dinledik ve itaat ettik’ erdemine doğru yoğrulan, “fem- i muhsin” dediğimiz, ‘fehm-i muhsin’i ve ‘hulku muhsin’i tazammun eden, zirve bir edebi inşa ederiz…