Mekke’de o gün en büyük öncelik, Arafat’a doğru yönelmekti. Mekke’nin en büyük önceliği olan Kâbe’den bile öncelikliydi Arafat. Kâbe’yi bile geride bırakan bu yolculuğa aldırışsız biri vardı o sabah. Niyetlenip ihramlarını kuşananlara, Mina’ya doğru koşar adım gidenlere sorsanız, Arafat’ta en çok görmek istedikleri o olacaktı.

Ama o oralı değildi. Ayak uçlarına kadar gelmiş bir bıçak sırtı sınamasındaydı. Herkesin onayladığını yaparsa, herkesin razı olduğuna razı olursa, görünüşte Müslümanlar’ın muradı olana yönelirse, doğru yaptığı söylenecekti, canını ve yakınlarını kurtaracaktı. Ama iyi biliyordu ki, o günü kurtarmaya tercih ederse, ardından gelen tüm günler, aylar, seneler, asırlar lekelenecekti. Derdini anlatma derdinde değildi. Böylesi dertler yalnız başına çekilirdi. Yusuf’u hatırladı, Meryem’in çığlığını duyar gibi oldu, Mûsa’nın yapayalnız direnişini hayal etti, Nûh’un yalnızlığını düşündü. Yakub’un “derdimi sadece Allah’a söylerim…” sığınağına sığındı.

Görünüşten öte bir derdin yükünü taşıyordu omuzlarında. Zâhiri zâhir yapan batının ardına düşmüştü. Anlayanı azdı. Taraftarı yok gibiydi. Derdine hemdert aramadı. Kimseyi ikna etmeye çalışmadı. Yanında garipler vardı sadece. Çoğu kadın ve çocuklardan oluşan yoldaşlarının terleyen yüzlerine, ümit dolu gözlerine bir kez daha baktı. Yol uzundu; meşakkatliydi. Ama o meşakkati kendine aldı, rahatı başkalarına terk etti. Sitemli bir bakışı bile incitici buluyordu zevahiri kurtarma derdindeki kalabalığa. Sessizce sıyrıldı kalabalıktan. Irak’a doğru yöneldi.

Hacı olmayacaktı. Hacı olmaktan ötesi var mıydı? Bunu sormak bile ayıplanırdı o gün orada. O haccı hac yapan sırrı taşıyordu yüreğinde.  Hacı olmakla erişilecek olanı, vakfeye durmakla yenilenecek olanı, şeytan taşlamakla doğrulanacak olanı önceledi. Hakk’ın yanında,zalimin karşısında durma sorumluluğunun bedelini ödemeye hazırlanıyordu. Vakfeye durmak semboldü; canı pahasına Rabbine verdiği söze durmanın sembolü. Şeytan taşlamak semboldü; şeytana ve yoldaşlarına karşı durma sözü. Mina’ya yürümek semboldü; Resulullah’ın [asm] yanında yürümek demeye geliyordu.

Kader ona ayrı bir vakfe yeri hazırlamıştı. Sembol olandan asla doğru yürüdü. Kabuktan öze indi. Gölgeden gövdeye geçti. Bütün zamanlara rehber olacak bir ‘duruş’a doğru ilerledi, Kâbe’den uzaklaştı.

Haccın aslı, ‘hüccet’ olmaktı Allah’a sadakate. Haccın aslı ‘meşale’ diye yanmaktı Resulullah’ın [asm] timsali olarak. Hacca kabul edilmenin şartı, canını Allah’a satmaya yeminli olmak, malını Allah için yitirmeye razı olmaktı. Haccın kalbi,emrolunduğu gibi dosdoğru olmaktı.

Resul’ün ciğerparesi Hüseyin [ra] ‘hacı’ olmaya değil ‘hüccet’ olmaya doğru yürüdü 1379 yıl önce. Hüccet olmak hacı olmaktan öncelikliydi çünkü. Hacı olmak hüccet olmak içindi. Hüccet olmayan hacı da olamazdı.

Hüccet olmak, yeryüzündeki varlığını tepeden tırnağa Allah’a ait bilmekti; “İnnâlillah”ı canıyla ilan etmekti. Kerbela’da direnmekten geçiyordu bir ömürlük vakfenin hakkını vermek. Hz Hüseyin’in [ra] ve yakınları hakkın hatırını âli tutmak içi durdular Kerbela vakfesine. Canlarını şahit kıldılar Hakk’a ve adalete. O hatıra,artık cümle günlere arefe saygınlığı kazandırıyor, gelmiş, geçmiş ve gelecek şeytanları taşlamaya devam ediyor.

Vakfeye durma izzeti Kerbela’da güce karşı Söz’ün müdafaasını yapan tarihin evladı olmaktan geliyor. Şeytanı taşlama hakkı, silahlı zulme karşı, silahsız ve savunmasız Kerbela direnişinden kaynaklanıyor. Hazreti Hüseyin [ra] ve yakınlarının canlarını gönüllüce fedası olmasaydı, bugün her birimizin izzeti noksan, onuru lekeli, şerefi tartışmalı olurdu.

Allah,Kerbela şehitlerinin ve şahitlerinin hüccetlerini mebrur eylesin. Bizim haccımızı o hüccetin zarfı eylesin.