Yeni Şafak’ta şöyle yazıyor Kemal Öztürk: “…Bilim insanlarımızın neredeyse tamamı, gençler arasında deizm, ateizm gibi akımların olmadığı konusunda ittifak ettiler. Kelâmcıların, felsefecilerin ve ilahiyatçıların genelde yaptığı budur. Mevcut durum, daha önceki verilere, kalıplara uymuyorsa, yok hükmündedir derler!”

Ümitli değil “camia”dan. Ben de ümitli değilim. Sıcacık cıvıl cıvıl akan gerçeğe değil de, soğumuş ve donmuş kalıplara sadık camia. Dini, varoluşsal temellerden başlayarak anlatan Kur’ân’ın üslubunu dikkate almıyorlar. İnsanı, temel sancılarından başlayarak inşa eden Rabb-i Rahim’in müfredatını yok sayıyor olmalılar. Varsa yoksa “muamelât meseleleri” “Şu haram, bu helal, şu mubah!” derken, çekişmeler kavgaya tutuşmalar.

Kur’ân’ın ilk dörtte üçü Mekkîdir. Mekke’de inen ayetler insanı yeni baştan inşa eder; düştüğü yerden kaldırmak için iç acılarına eğilir. Son dörtte üçün içindedir muamelât ayetleri; o da iki yüzde biri civarındadır. Kaldı ki, son dörtte birin iki yüzde biri olan davranış değişikliğini de ilk dörtte üçteki ikna dersine dayandırır Rabb-i Rahim.

Anlayın ki, Allah, sonsuz kudretine rağmen, sınırsız mülkiyeti ortadayken, insana ‘teklif etme’ nezaketi gösteriyor. Zorlamıyor; zorla yaptırmıyor istediğini. Gönüllüce kulluk bekliyor kulundan. İradesine hürmet ediyor. Özgürlüğünü incitmeden; sırf istediği için, sadece ikna olduğu için tâbi olmasını bekliyor insanın.  Temelsiz bir zorlamaya tâbi tutmuyor kulunu Allah. Önce özgürlüğünü garanti ediyor; her aşamada insanın onurunu ve izzetini önceliyor.

Ne var ki, bu uzun ve zahmetli müfredat, çok ilgi çekmiyor. Din otoriteleri, kestirme yola başvuruyor; ateşle korkutarak, cehennemle tehdit ederek, ister-istemez kul olmaya zorluyor insanları. Bir an önce namaza başlasın da genç; nasıl olursa olsun. Emir ve yasakları detaylıca öğrensin de genç kızlar, kendine çekidüzen versin. Bu anlayış, özellikle gençlerin ruhuna dokunmadan, gövdesini itaate çağırıyor. Kalıbına müşteri oluyor, kalbini doyumsuz bırakıyor. “Secde dediğin kafaya yere koymaktır; kalpsiz olsa da olur” diyorlar sanki. Haramdan uzak durmalar gönülsüzce de olsa olur diyorlar.

İnsanı kalbiyle yaratan, kalbine dokunmaz mı hiç? İnsana ruh üfleyen o ruhu kudret ve merhamet elinde ağırlamak ve nezaketle nazlamak istemez mi hiç? Aksi mümkün mü ki? Ama bu sırrı anlamak ve anlatmak zahmetli. Üstelik sessiz ve para etmez. Televizyoncularımız sakin konuşan, hakikati ayağa kaldıran, onarmak için çabalayanları ciddiye almıyor. İşlerine yaramıyor; kavga çıkarmıyorlar çünkü. Bu da reyting yapmıyor, reklam getirmiyor, para kazandırmıyor.

O reklamların bedelini kim mi ödüyor? On beş yaşındaki ergen oğlanlar. On iki yaşlarındaki şaşkın kızlar. Gözlerini kaldırdıklarında din adına gördükleri hep polemik, hep kavga… Biraz da köpürtülmüş menkıbe. Az da acılı hurafe… Kalpsiz emirler. Gönülsüz farzlar.

Böyle anlatılanı “din” sanıyorsa genç kız ve delikanlılar, kalbiyle ve ruhuyla var olmaya en çok muhtaç olduğu dönemde, kalpsiz ve ruhsuz emirler alıyorsa, bulanık ve karmaşık mesajlar duyuyorsa, insan olduğunu unutmuş tuzu kurulardan hatasız günahsız kul olma telkini işitiyorlarsa, “Din buysa, ben yokum!” niye demesin ki? Dahası tam da bu cümleyi kurduğu için niye haklı sayılmasın ki?