Gülümse/Tut ki karnım acıktı

Anneme küstüm /Tüm şehir bana küstü

 ***

Eskiden annemi, köyümü ve mezun olduğum lisemi çok özlerdim. Anne, yanında olsa bile özlediğin değil mi ki?.. Köyüm ise ne kadar oradan kaçmayı, çıkmayı, uzaklaşmayı istemiş olsa da çimen, koyun, insan ve toprak kokusuyla çekti beni. Lise derken, belki de o yaşlarımı, ilk gençliğimi özledim uzunca bir zaman. Mesela şimdi annemi daha fazla özlüyorum. Kemik gibi batıyor onu görememek, uzağında olmak. Geriye dönemeyeceğimi, bir daha beni sinesine saramayacağını düşünmek belimi kırıyor. Dertleştiğim, zamanımı ve gülüşümü verdiğim, bana Allah'ı hatırlatan ama artık görüşmediğim, görüşemediğim dostlarımı özlüyorum. Bunlara ölenler de dahil. Ve herkes gibi bakir zamanlarımı, hayatın ve her şeyin acemisi olduğum, yeni yeni günah nedir, sevap nedir ucundan dokunduğum zamanları özlüyorum. Hoş, o acemilik beni hiç terk etmedi ama her cenge, her muhabbete, her yolculuğa ilk kez çıkıyormuş gibi çıksam da; her uyandığım gün son uyandığım gün gibi olmaya çoktan başladı.

Hatırlar mısın anne, sana ilk kez hediye verdiğim günü? Ben hiç unutmadım. Bizim çayırda sarı çiçekler açardı. Sapı uzun, başı ise muhteşem bir güneş gibi, mini mini ayçiçeklerine benzerlerdi. O gün okulda Emine Öğretmen, 'Bu hafta sonu Anneler Günü çocuklar' demişti. Kime demişti? Burnunu önlüğün koluna silen, o önlükleri anası yıkarken dayak korkusuyla ortalıkta gözükmeyen, üstü başı hemen çamura belenen köylü çocuklarına. İyi ki de demiş. Pazar günü bizim çayıra gidip o sarı çiçeklerden yolmuştum. Evet toplamadım, koparmadım; yoldum. Saçı üç numaraya vurulmuş kabak kafalı, yüzü kemreli, karga cücüğü gibi bir oğlan olarak, çamurlu pantolonumla karşına dikildiğimde elimde sanki pasaklı bir kızın dağınık saçları gibi duran sarı çiçeklere baktın. Bahçedeydin. O bahçende… Yuvan olan, her darlandığında toprakla uğraştığın domates, salatalık, maydanoz, patates karıklarının arasındaydın. Dedemin kuyumuza dinamo bağlattığı seneydi. Yüz metre öteden boruyla buz gibi su geliyordu ve sen suyu karıklara çeviriyordun. 'Uğraştırma oğlan beni!' demiştin ve daha yüzüme bakmamıştın. Elinde çapa, karık yolu açıyordun. Geri döndüğünde sığırcık yavrusu gibi bakan oğlunun, sana ilk kez ana değil de “Anne bayramın kutlu olsun!” derken lisan kırdığını fark edince dolu dolu gülmüştün. Ama, gözlerinin yaşarması uzun sürmemişti… Çapayı bırakıp o sığırcık yavrusunu bağrına basmanı özledim!

...

Gelen gider, alan gider, bakan gider de annen gitmezmiş. Kim dedi, ne zaman dedi, neden dedi bilmiyorum ama haklılık payı var. Tıpkı; her geceyi  Kadir, her gördüğünü Hızır zannedenin o derin kaderiyle alanların gittiğini gördüm.  Erkek veya kadın; sevgili veya dost; öğrenci veya müşteri (...) hepsi aynı potada eridiler. Alıcılar! Alacak, işlerine yarayacak bir şey bulamayınca da zaten sende de bir iş yoktu, tadında ekşiydi, deyip gittiler. Senin yüzün hiç ekşimedi anne! Bana yurt oldun, rahim oldun, ev oldun, sofra oldun, kucak oldun... Hatta yaşlandığında bile verdin!

Dünya, bir alacak verecek meselesi olanlar tarafından pek sevilir. Hatta, dünya da o tarz insanları pek sever: Pazar insanları. İpliği pazara çıkmayanları hasretle izleyen pazarda doğup pazarda ölen; satacak ya da alacak bir şey mutlaka bulacak olan insanlar... Hiçbiri bana Allah'ı hatırlatmıyor artık. Eti, keyfi, çıkarı, eşleşmesi ve eğleşmesi için durup insanlara bakanların hep alacaklı olduğu bir dünya.  Mezarlıkları bile kârhane gibi kokuyor anne.

Ben en çok özledim anne! Bu dünya bana en az yenildiğim, en az kullanıldığım, en az aldatıldığım zamanları özletti. Zira, dünya bir kârhane imiş, ticaret yapmayan da bu dünyaya ait değilmiş. Ashab-ı Kehf kadar uyumak ve dünyanın uzağında olmak istiyorum zaman zaman.

Neyse anne... Aslında bir şarkının içinde sana verdiğim o sarı çiçekleri hatırladım. Ve bir zamanlar görmüştüm; evet, Allah masumiyeti ve utancı da yaratmıştı. Bir beden masumiyetin yaklaşık bir orduya yetecek kadar arsızlık çıkarmış; masumiyet talan edilince.

Bizim çayırda o sarı çiçekler çıkıyor mu hâlâ?..