Osmanlı Devletinin sükût etmesinin üzerinden bir asır geçmesine rağmen her geçen gün o devre olan ilgi artıyor. Böyle olunca o devri anlatan yazarların hatıraları, romanları, hikâyeleri ve şiirleri bugünün bakış açısıyla yeniden yorumlanıyor. İnsanların kendi geçmişlerini öğrenme iştiyakı doğuştan gelen bir haslettir. Ne yaparsanız yapın, insanlar bir noktadan sonra geldikleri kaynağın hikâyesini ilk elden öğrenmek ister. Son dönemde en çok ziyaret edilen internet sitelerinden birinin “Soy Ağacım” uygulaması olması bir tesadüf olmasa gerek.

Mesele sadece kuru birkaç ismi veya geldiğimiz coğrafyayı öğrenmek değil. Büsbütün yitirdiğimiz bir yaşam şeklini ve hayat felsefesini yeniden hissedip tanımaya çalışmaktır. Henüz bir asır önce bambaşka bir dünyada yaşayan insanların torunları olan bizler, bugün itibarıyla koca bir köy haline gelen dünyanın sıradan birer vatandaşı haline dönüştük. Tüm yaşantımızı modanın ve Batı kültürünün belirlediği bu yitik çağda, her zamankinden daha fazla köklerine susamışlık gözleniyor.

Osmanlı kültürünün ve irfanının son şahitlerinden biri olan Münevver Ayaşlı bu susamışlığımıza cevap olabilecek eserleriyle binlerce insanımızı aydınlatmaya devam ediyor. 20 Ağustos 1999 tarihinde vefat eden Ayaşlı’nın geride bıraktığı eserler, bir asrı bulan yaşamının yanı sıra altı asırlık Osmanlı kültüründen derin izler taşıyor. Bizler bu şahitlikler vesilesiyle o devri ve kendi özümüzü tanıma imkânı buluyoruz.

1906 senesinde Selanik’te dünyaya gelen Münevver Ayaşlı, seçkin bir ailede ve Rumeli Türk geleneğinin gölgesinde yetişmiştir. Balkan Savaşları’nın, Birinci Dünya Savaşı’nın memlekete getirdiği yıkımları, maddi ve manevi sıkıntıları gördüğü gibi İstiklal Harbi’nin zorlu yıllarına da şahitlik etmiştir. Babasının görevi nedeniyle çocukluğunu, Suriye ve Lübnan gibi bugün sınırlarımızın dışında kalan topraklarda geçiren Ayaşlı, ilk eğitimini de Halep ve Beyrut’taki Alman okullarında almıştır. Okul eğitiminin yanı sıra özel dersler alarak Türkçesini zenginleştiren yazar, bir müddet devlet hizmetinde de çalışmıştır. Münevver Hanım, eşi Nusret Ayaşlı sayesinde edebiyat ve sanat camiasının önde gelen isimlerini tanıma fırsatı bulmuş, bu vesileyle 1947 yılında yazarlık hayatına başlamıştır.

Küçük yaşlarda öğrendiği Almanca ile Batı dünyasını yakından tanıyan Ayaşlı bu sayede, Doğu-Batı meselesinde komplekse kapılmadan yorum getiren ve kendi medeniyet dairemizin değerlerini öne çıkaran tavrıyla hafızalara kazınmıştır. Harf devrimine karşı tepkisini yüksek sesle dile getirmesi bunun örneklerindendir. Ömrünü Osmanlı kültürünün unutturulmasını önlemeye adayan Ayaşlı’nın eserleri, bir sanat kaygısından ziyade bir vefa ve görev duygusuyla kaleme alınmıştır. Kendisini âdeta bir yangından milletin hafızasını, hatıralarını, kültürünü ve yaşam felsefesini kurtarmakla sorumlu hissetmiştir.

Münevver Ayaşlı’nın eserlerinde temel vurgular Osmanlı medeniyeti, İstanbul, tarih ve tasavvuftur. Osmanlı medeniyetinin merkezi olup yazarın da ömrünün büyük kısmını geçirdiği İstanbul kültürü, babası vasıtasıyla küçük yaşlarda tanıştığı tasavvuf ve özellikle son dönem Türk tarihi, eserlerinin ana gövdesini oluşturmaktadır. Yazarın hatıra kitapları, bu açıdan ayrı bir önem taşır. O, 1968’den itibaren yayımladığı İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim (1973), Dersaâdet (1975), Hatırlayabildiklerim: Avrupai Osmani Rumeli ve Muhteşem İstanbul (1990), Hatırlayabildiklerim: Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru-II Kitap (1991), Hatırlayabildiklerim: Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru-III. Kitap (1994) adlı eserleriyle Türk kültür ve irfanına büyük bir katkı sağlamıştır.

Tüm bu eserlerde Ayaşlı’nın Osmanlı kültürüne olan sevgisi ve özlemi öne çıkmaktadır. Avrupa ülkelerini gezen, Batı müziğine ve edebiyatına büyük ölçüde hâkim olan ve Protestan ahlakını küçük yaşlarda yaşayarak öğrenen bir Osmanlı hanımefendisinin kendi değerlerine dönüp tarihiyle kıvanç duyması pek çok bakımdan dikkate alınması gereken bir olgudur. Yazar hem hatıralarında hem de roman ve hikâyelerinde bu duyarlılığın izinden yürümeyi bir vicdan ve namus borcu olarak telakki etmiştir.

Ayaşlı, Osmanlı’ya ve onun payitahtı olan İstanbul’a olan sevgisini şu cümlelerle özetler: “Biz hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki Boğaziçi Türk’tür, Osmanlıdır. Boğaziçi sahillerinde Osmanlı Türkleri, belki dünyanın en güzel, en ahenkli mimarisi olan Boğaziçi yalıları mimarisini ve bunları tamamlayan zümrüt gibi koruluklar içinde köşkler mimarisini vücuda getirmişlerdir. Türkler yalnız bina mimarisi ile değil, bahçe ve çevre güzelliği ile de meşgul olmuşlar ve harikulâde güzel, nev’i şahsına mahsus bir Türk bahçesi, tarzı ve üslûbu meydana getirmişlerdir… Osmanlı kültürünün mümeyyiz vasfı ne idi diye sorulacak olursa verilecek cevap: Yaşama bilgisi, yaşama sanatı olacaktır. Osmanlı Türkleri kadar güzel yaşamanın zirvesine çıkmış başka bir millet bilmiyorum. Başka milletler Türklerin güzel yaşamalarına yaklaşamamışlardır bile.”

Vefatının sene-i devriyesinde Haminnemizi rahmetle ve minnetle anıyorum. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.