Geçtiğimiz cuma günü Niyazi Ağabey’in hepimizin tanıdığı ismi ile Yavuz Bahadıroğlu’nun vefatının 1. sene-i devriyesiydi. Rabbim mekânını cennet eylesin. İyi bir Müslüman, güzel bir insan ve sağlam bir dava adamıydı…

Dostlar; sizleri selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum…

Hep “birkaç kişilerdi.” Derdim onlardan bahsederken. Yavuz Bahadıroğlu ve bir elin parmaklarını geçmeyecek bir avuç mücahitti onlar. Bugün gerçek tarihi konuşmamız için bir zamanlar büyük bedeller ödeyen ve adeta bu günleri bize miras bırakan cengaverler. Bir binanın ana kolonları idi onlar. Kimisi Niyazi ağabey gibi ebedi âleme göçtü. Kimisi hala mücadeleye devam ediyor. Göçenlere rahmet olsun, Erbakan Hoca’mın tabiri ile emekliliği gelene kadar mücadeleye devam edecek olan büyüklerimize de Rabbim sağlık versin…

Bize kim olduğumuzu hatırlattı!

Başta şahsım olmak üzere bize ve bizden önceki nesle gerçekten tarihi sevdiren ve Tarihe adını “Tarihi Sevdiren Adam” olarak yazdıran Niyazi Ağabey’i konuşalım istedim bugün sizlerle. Sunguroğlu ile büyük bir devrimin ilk adımını atan, derin hislere sahip eşine az rastlanan gerçek bir mütefekkir, gerçek bir aydındır Niyazi Ağabey. Sözüm ona kendine “aydın” diyerek ezberledikleri üç beş kelime ile toplumu uyutan masalcılardan değildi. Konuştuğu zaman çok derinleri düşündürürdü insana. Dünya’nın bugüne kadar gördüğü en muazzam medeniyetlerden biri olan Osmanlı Medeniyetinin üzerini kaplayan külleri üfleyerek bu millete kim olduğunu tekrar hatırlatan adamdı o.

Derin düşünür ve gerçekten çok derin konuşurdu. Defalarca dinledim her dinlediğimde beni farklı dünyalara götürüyordu. Bence sadece yazdıkları ile yetinmemeli, yaptığı konuşmalarının tamamını kitap haline getirmeli, onun konuştuklarını okurken ağzından çıkan sözleri belki de saatlerce düşünüp tahlil etmeliyiz. Çok anısı vardır bende ama bir cümlesini hiç unutmuyorum. Ayasofya Camii henüz daha esaretten kurtulmamıştı. Hala oraya müze dedikleri zamanlardı. Gider gelirdik o sıralar Ayasofya’ya zaman zaman hasretle ziyaret eder, zaman zaman sloganlar atardık. “Zincirler kırılsın Ayasofya Açılsın!” diye. O sıralar şöyle tembihlemişti bize “Sakın ha! Efendimiz ’in övgüsüne mazhar olmuş Fatih’in, fetih ordusunun secde ettiği yere ayakkabı ile basmayın. Ayasofya’ya ayakkabı ile girmeyin…” sarsılmıştım. Çünkü bu sadece muazzam bir incelik değil gerçekten Ayasofya’nın zincirlerini kıracak ruhtu… Öyle de oldu bu ruh Elhamdülillah bugün onca zulmün ve çekilen çilenin ardından Ayasofya Camii’ni özgürlüğüne kavuşturan ruh oldu. Niyazi Ağabey de belki de en büyük hayalinden birini dünya gözü ile görerek ebedi âleme göçtü. Rahmet olsun herkesin sustuğu zamanlarda dahi Ayasofya’nın özgürlüğünü haykıran yiğide!

Bir gün daha fazla iktidarda kalın!  

Niyazi Ağabey’in vefatının üzerinden tam bir yıl geçti. Niyazi ağabeyle ilgili bu süreçte onun yakınındaki birçok kişiden anılarını dinleme imkânı buldum. Bu anılardan biri belki de o hayatta iken dahi cevap verilmesi çok güç bir sorunun, Yavuz Bahadıroğlu kimdir? Sorusunun cevabını vermişti bana.

Geçtiğimiz hafta Esenler ’de düzenlenen Yavuz Bahadıroğlu anma programına katılan 27. Meclis Başkanımız Sayın İsmail Kahraman şöyle anlatıyordu:

“Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi’nin koalisyon olarak Erbakan Hoca liderliğinde iktidara geldiği dönemde bende Kültür Bakanı idim. Bu süreçte bir toplantı esnasında neler yapacağımızı konuşurken herkes farklı farklı fikirlerini ifade ediyordu. Sıra Niyazi Birinci ’ye geldiğinde kendisi şöyle söyledi:

Efendim, siz bir gün daha fazla iktidarda kalmak için çalışın. Gerisini Allah’ın izni ile biz hallederiz…

İşte Yavuz Bahadıroğlu kimdir sorusunun cevabı. Yavuz Bahadıroğlu ve daha önce de “Birkaç kişilerdi.” diyerek bahsettiğim o kişiler bu şekilde bugünün temellerini attılar. Yıllarca kendi dedesine küfrederek yetiştirilmeye çalışılan bir nesli verdikleri büyük mücadele ile adeta ateşin içinden çekip aldılar. Allah ondan ve onun dava arkadaşlarından razı olsun.

İlk yazısında tarih kitabını eleştirdi!

Bu mücadeleci hayatın temelleri de bir o kadar dikkatimi çekiyor aslında. Niyazi Ağabey, ortaokul ikinci sınıfa giderken Mehmet Akif Ersoy'un el yazısı tıpkıbasımını okumak için 15 günde Osmanlıca okumayı öğrenmiş. İlk yazısını yine ortaokulda yazmış ama ömrü çok uzun olmamış. Kendisi bu durumu şöyle anlatıyor: "Gazeteciliğe ortaokul sıralarında, okul müdürünün emriyle çıkarmaya başladığım duvar gazetesiyle başladım. İlk köşe yazımı da o gazete için yazdım. Ne yazık ki, ilk yazımı yazdığım ilk gazetemin ömrü yalnızca on beş dakika kadar oldu. Yazdığım ilk köşe yazısında, içindeki çelişkiler sebebiyle tarih kitabını eleştirmem okul müdürünün hoşuna gitmemiş, bu yüzden gazete duvardan indirilmişti. Bu yüzden ceza almadım, ama sıkı bir tembihten geçirildim.

Ortaokulu bitirdiği 1960'tan sonra gemicilik, balıkçılık ve çay eksperliği gibi birçok iş yapmış ve 1971 yılında muhabir olarak gazetecilik hayatına başlamıştı. İyi ki başlamış.  Herkese “Allah cenneti nasip etsin.” Diye dua eden Bediüzzaman hazretlerinden aldığı “Allah kalemine kuvvet versin.” Duası bu süreçte ne kadar etkili olmuş, bunu ancak bu manayı hissedenler anlasa da gerçekten Niyazi ağabey son 50 yıla, en zor zamanlarda gerçekleri yüksek sesle söyleyebilen bir yiğit olarak adını altın harflerle yazdırmıştır.

Neden bu kadar çok mahlas kullandı?

‘Yavuz Bahadıroğlu’, gerçek isminin yerini aldığı için Niyazi adını pek fazla kullanmazdı. Niyazi ismini kullanan sadece eşi Fatma Hanımmış. Bu durumu da “Eşim, ‘Niyazi!’ diye seslendiği zaman, bazen duymazdan geliyorum!” diyerek anlatıyordu Niyazi Ağabey. Sadece Yavuz Bahadıroğlu değil birçok isim kullanmıştı o dönemde. Bunun sebebini ise şöyle anlatıyordu:

“1970’lerde Bâbıâli’de bir kaht-ı rical (adam kıtlığı) vardı. Ben gazetede çalışırken o kadar çok yazıyorum ki, bir günde 4-5 yazıya Niyazi Birinci imzasını atmam gerekiyordu. Bunu biraz çeşitlendirelim dedik. Biraz da ‘adam kıtlığı mı var?’ dedirtmemek için, ayıp olmasın diye yazılarda kullanmak için farklı imzalar bulduk. Yavuz Bahadıroğlu dışında Şeref Baysal, Bahadır Alp, Veysel Akpınar, Selçuk Kuleli, Nurcan Sevinç imzalarını kullandım. Haber yapıyor, fotoğraf çekiyor, köşe yazısı yazıyorum… Bütün bunlara tek imza atmak garip oluyordu. Roman yazdığımda da hukuk müşavirimiz rahmetli Bekir Berk abi, ‘Bu böyle olmaz, gel sana başka isim bulalım. Senin ismin Yavuz Serdaroğlu olsun!’ dedi. Ben Yavuz ismini beğendim, ancak Serdaroğlu yerine, kendi soyumuzdan gelen Bahadıroğlu ismini daha sempatik buldum. Bekir abinin kızmasına rağmen, onda karar kıldık. Bana ‘Laz inadın tuttu.’ filan dediyse de öyle kaldı.”

Bu durumu şu sözlerle özetlemişti: “Ortada yazar mı vardı ki! Eli kalem tutan birini buldu mu millet her şeyi yazmamızı istiyordu. Ben de beşe, altıya bölünerek bu eksiği kapamaya adadım kendimi.”

Yavuz Bahadıroğlu kendini anlatıyor!

“Özgeçmiş nedir ki? Özgeçmiş önemsiz bir ayrıntıdır. Zaten benim kuşağın (1945 doğumluların) öz geçmişi filan da yoktur. Yirmili yaşların son kertesine doğru gazeteciliğe başladım (Temmuz 1971). Önümde büyük hedefler, yüreğimde heyecanlı çırpıntılarla yıllar boyu yazdım. Gecem gündüzüm bir birine girdi. Uykuda bile yaşadım. Benim için yazmak, sevmek ve yaşamaktır.

Romanlarıma ‘tarihî roman’ dediler, ama ben onları hiçbir zaman öyle görmedim. Bence yazdıklarım tarihî roman değil, bendeniz tarihin romanını yazıyorum. Yani tarihî olguyu romanlaştırıyorum.

Yıllar boyu sorularımı kendime sakladım. Kimselere açamadım. Açamazdım, çünkü bazı sorunları düşünmek kadar sormak da yasaktı. Sorularınız gırtlağınıza dizilir, soluksuz kalırdınız. Yıllar boyu soluksuz kaldım. Soluksuzluk aslında yeni bir soluktur. Ben nefesim daraldıkça düşünüyor, hayatla ölüm arasındaki ince çizgide varlık arıyordum. Kalıplar işte o çizgide kırıldı. Kitaplarım o çizgide doğdu. O çizgide kitaplaşmaya başladığımı hissettim. Hayat, hayal ile o çizgide iç içe girdi.

Kitaplarım benim sığınaklarımdır. Onlarla yalnızlıktan kurtulurum. Kendimi hâlâ satırlarda çözmeye çalışır, geçmişimin en görkemli hikâyelerini sayfalarda ararım. Bir bakıma her kitabım, kayıp özgeçmişimi yazar.

Kitaplarımla ben ortak bir hikâyenin parçalarıyız. Özellikle tarih üzerine yaptığım çalışmalar, yayınladığım kitaplar, verdiğim konferanslar 20 Kasım 2004’te bana ‘Tarihi Sevdiren Adam’ unvanını kazandırdı. Bu, hayatım boyunca aldığım en güzel ödüldür. Zaman içinde roman, hikâye, çocuk kitabı, araştırma, oyun, senaryo ve fikrî eserler olmak üzere, yüzlerce çalışmaya imza attım çok şükür. Ulusal bir radyoda ‘Hayatın Yorumu’ başlıklı güncel yorumlarımı, televizyon programlarımı, günlük bir gazetede köşe yazarlığımla gazeteciliğimi sürdürdüm, birçok projeye danışmanlık yaptım.

Kısacası, kitaplarımla ben ortak bir serüveniz.”

21 Ocak 2021 Perşembe’yi cumaya bağlayan gece İstanbul’da vefat eden Yavuz Bahadıroğlu Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı törenle Eyüp Sultan Haziresi’ne defnedilmiştir. Ona rahmet, vefalı dostlarına da selam olsun…