10 Şubat 1918’de vefat ettiğinde dost düşman hemen herkesin takdirini kazanmış biri olarak son yolculuğuna çıkan Sultan Abdülhamid’i hakkıyla anlayabilmek için alacağımız daha çok yol var. Osmanlı’nın gerilediği ve dört bir taraftan saldırıya uğradığı bir dönemde devletin başında olmak hiç de kolay değildi. Bunun için Sultan Abdülhamid’in iktidar dönemindeki zorlu şartları iyi bilmek gerekiyor.

Sultan’ın cenaze merasimi halkın yoğun katılımına sahne olmuş ve mevcut iktidara tepkinin dile getirildiği sessiz bir protestoya dönüşmüştü. Cenazeye katılan tanıklar gözyaşları içinde yürüyen vakur bir kalabalıktan bahseder. On yıllık Jön Türk iktidarından sonra savaş yıllarının ve mahrumiyetin yıprattığı İstanbullular, “Sultan Hamid’e” sevgi göstererek yeni rejimden hoşnutsuzluklarını kendi usullerince yansıtmışlardı. Zamanında tam bir Abdülhamid karşıtı olan nice Osmanlı aydını da bu kafilede yer almıştı.

Hem yurt içinde hem yurt dışında Osmanlı hükümdarları arasında hakkında en fazla araştırma yapılan ve eser yayınlanan isim Sultan Abdülhamid’dir. Osmanlı’nın çöküş yıllarında hükümdar olmasına rağmen onu bunca farklı ve araştırılmaya değer kılan neydi diye düşünmek gerekiyor. Dağılma ve çöküşün 19. yüzyıl başından itibaren görünür hâle geldiği dikkate alınırsa Sultan Abdülhamid’i kendisinden önce gelen dört padişahtan ayıran özelliği neydi?

“Tarihçilerin Kutbu” olarak bilinen Halil İnalcık Hoca onun hakkında şöyle der: Son araştırmalar ortaya koymuştur ki II. Abdülhamid dönemi, siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir. Kemal Karpat ise Cum­hu­ri­ye­ti ku­ran­lar Abdülhamid’in mek­tep­le­rin­de ye­tiş­miş­tir.” tespitini dile getirir. Yani bugünkü Türkiye’nin altyapısı büyük oranda Sultan Abdülhamid döneminde oluşturulmuştur.

Son yirmi yılda gündeme gelse de Sultan Abdülhamid’e dair bu hakikatler uzun zamandır biliniyordu. İnalcık ve Karpat gibi tarihçiler bunları yıllar önce dile getirmişti. Hatta yabancı tarihçiler bile Sultan Abdülhamid’i ele alan müstakil eserler yayınlayarak konuya dair hakikatleri dünya kamuoyuyla paylaşmıştı. Buna rağmen ısrarla hakikatleri görmek istemeyen sözde aydınlar ve baskı rejimlerinin müfredatı ondan “Kızıl Sultan” şeklinde bahsetmeye devam etti. 1894-1896'da ona “Kızıl Sultan” lakabı takılmışsa bunun nedeni Ermenilere taviz vermeyen siyasetidir. Şu durumda Sultan Abdülhamid için bu lakabı kullanmaktan çekinmeyen sözde aydınların kimlerle iş tuttuğu anlaşılmış olur.

Hâlen Sultan Abdülhamid’den “gerici”, “yobaz”, “mürteci” şeklinde bahseden marjinal kesimler olduğunu görüyoruz. Evet, o dindar biriydi, tarihine ve değerlerine sahip çıkardı, hemen her gün Sahih-i Buhari okurdu lakin Avrupa merkezli gelişmeleri de takip etmekten geri durmazdı. Bu anlamda o tam bir “orta yol” Müslüman’ıydı. Aşırılıkları hoş görmez, aklın çizdiği rotadan ayrılmaz, İslam’ın çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya özen gösterirdi. Farsça ve Fransızcanın yanı sıra İtalyancayı iyi derecede bilirdi. Yıldız kütüphanesinde farklı pek çok dilde iki bin kitabı bulunmaktaydı. 

Bakın Fransız tarihçi François Georgeon onun hakkında ne diyor: Abdülhamid'i anlamak bugünkü Türkiye'yi anlamaktır. Tarihçilerin yıllardır inceledikleri Yıldız arşivleri derinlemesine tarandığında, sultanın çeşitli kurumlarda; adalette, orduda, maarifte ıslahat yapabilmek için ne denli büyük çabalar harcadığını ortaya koyar. “Maarifperver" diye övgülere boğulan Abdülhamid'in camiden çok okul yaptırdığına kuşku yoktur. Abdülhamid devrinin ayırt edici özelliği okulların daha önce hiç görülmemiş bir gelişme kaydetmesidir. Osmanlı ordusunu da kadrosu daha iyi tamamlanmış, daha iyi donatılmış, daha etkili, tek bir sözcükle daha modern bir ordu hâline getirmeyi başarmıştır. Aslında, hanedanın sonu, Abdülhamid'in Osmanlı İmparatorluğu'nun son gerçek padişahı olduğunu gösterecektir. Bir anlamda gerçekten 'son sultan'dır o.

Dahası sarayda opera salonu açan, klasik Batı müziğine hayran olan (en sevdiği besteci Verdi’dir), tiyatro kumpanyaları düzenleyen, icadından hemen sonra sinematografı saraya getirten, polisiye romanları -özellikle Sherlock Holmes’u- her gece okuyan hatta kitabın yazarı Arthur Conan Doyle’a madalya veren, borsaya yatırım yapan, ticaretten çok iyi anlayan, modern ziraat ve hayvancılık teknikleriyle ilgilenen, atölyesinde yaptığı ahşap ürünlerin her birinin bugün şaheser kabul edildiği bir hükümdardan bahsediyoruz. Kısacası, toplumun ve kültürün incelenmesine yönelik araştırmalar, Abdülhamid devrinin hiç de karanlık bir dönem olmadığını açıkça ortaya koymuştur.

Hasımları bile Sultan'ın büyük ahlaki vasıflara sahip olduğunu kabul etmiştir. Jön Türk muhalefetinin öncülerinden Mizancı Murad, Osmanlı tahtına yüzyıllardır "ahlaki açıdan böylesine kusursuz ve keyiflerinde, zevklerinde böylesine ölçülü bir padişah" oturmadığını itiraf etmiştir. A. Vambery ise onu "birinci sınıf büyüleyici bir kişilik", “benzersiz bir baştan çıkarıcı” olarak tarif etmiştir. Fransız ve İngilizler Çanakkale’ye saldırınca İstanbul tehlikeye düşer ve Abdülhamid’in Konya’ya veya Bursa’ya nakledilmesi söz konusu olur. Abdülhamid bunu kesin dille reddeder ve şöyle der: “Hiçbirimiz payitahtı terk etmemeliyiz. Biz bütün hanedan, en küçük ferdimize kadar burada memleketi müdafaa ederek ölmeliyiz.” Sultan Abdülhamid işte böyle bir hükümdardı.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun.