Ciğerparesi Yemen’de toprağa düştüğünde ah etmedi. Yüreğine taş basıp, ağıt yakmakla yetindi. Koklamaya kıyamadığı kuzusu daha on altısında Filistin çöllerinde, İngiliz’in asit kuyularında can verirken dağlandı ama pes etmedi.

Devleti istikametini daima Batı’ya çevirdiğinden, Balkanlar mescitlerle, medreselerle şenlenmişti. Tüm topraklar kaybedilip, yine bir sığınılacak son liman olmasaydı belki gelmezdi kimsenin aklına Anadolu.

Cahildi. Öyle ki, daha 1. Cihan Harbi’nde Doğu Anadolu’da bir karargâhta görevlendirilen Şevket Süreyya, tamamı bu toprağın olan çocuklara, peygamberini, dinini sorduğunda hüsrana uğramıştı. Uğrunda ölüme gittiği, sancağında adının yazıldığı peygamberi için kimi Hz. Ali demiş, hatta kimileri Enver Paşa cevabını vermişti. Hz. Muhammed (sav) cevabını veren birkaç kişiyi görünce ferahlamıştı içi biraz. Bu yüzyılın başında Anadolu’nun hal-i pür melali buydu işte.

Bitkindi. Savaşlar, ölümler ve kıtlık yormuştu. Onun için 1921’de Sakarya önlerine 100 bin Mehmet toplandığında Anadolu bayram etmişti. Niğbolu ve Mohaç zaferleri artık mazide kalmış eskinin hayaletiydi. Mütareke İstanbul’unda Boğaz’daki yalıların sahipleri, servetleri berhava olmasın diye İngiliz’e sırnaşabilirdi. Onun ise gidecek bir yeri yoktu. Bu topraklar ya aşını kaynatacağı ocak olacaktı, ya da mezar.

Her şeyini feda etmeye hazırdı. İstiklalini kazandığında artık örselenmeyeceğini sandı. Yanıldı. Yolunu düze çıkarsın diye başına getirdiği Başbakanını idam sehpasında gördü. Hüznünü kalbine gömdü. Pes etmedi.

15 Temmuz’un o karanlık gününde devleti kendisinden fedakârlık istediğinde hiç düşünmedi. Bedenini, adeta üzerinden hırkasını çıkarır gibi çıkartıp fırlattı şehrin caddelerine, tankların önüne.

Anadolu’nun cefası da, fedakârlığı da yüce dağlar gibi görkemlidir. O üzerine düşeni yaptı daima. Bunları neden mi anlatıyorum. Devletimi yönetenler unutmasın, daima hatırlasın diye.

Gazeteciliğe başladığımın ilk günüydü. Henüz on yedi yaşındaydım. Langa Bostanı’ndaki o küçük gazete binasında, masanın üzerine oturmuş, ayaklarımı sallıyor; çevremde olan biteni anlamaya çalışıyordum.

Bana haber yazmayı, kalem tutmayı öğretecek olan hocam, kalem erbabı Atilla Özdür, elinde notları, başı önünde yanımdan geçti. Sonra durdu. Geriye dönüp, suratıma bir tokat savurdu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ben kızaran yüzümle ona şaşkınlıkla bakarken şöyle dedi: “Bu yazı masası bizim ekmek teknemiz. Bir rızkımızı buradan çıkarıyoruz. Sen yaptığın işe hürmet etmezsen, bu cihanda kimse sana hürmet etmez.” Bu yazıyı yazarken bir yandan bu vatan için toprağa düşenler gözümün önüne geliyor. Bir de ayağını uzattığı masasında emir erlerini fotoğraflayan vekil.