Moderniteyle birlikte başlayan ve sadece ülkemizde değil, bütün dünyada yaygınlaşan çok ciddi insani kayıplarımız var.

İnsanları hayvanattan ayıran çok temel hasletler vardır.

Bunların en temel olanlarından biri; insanın fark ettiğini fark etmesi, diğeri de anlayabildiğini anlamasıdır.

Çünkü hayvan fark eder ve anlar ama sadece burada kalır ve ötesine geçemez.

Onun için de hayatını değiştirecek, beslenme tarzını şekillendirecek yeniliklere kapalıdır.

Bunun yanında yaşamını daha güvenli kılacak yasalar yapmaktan, hayvan hakları geliştirmekten de mahrumdurlar.

Oysa insan, var olduğu günden bu yana hayatını daha güvenli ve estetik yapmak adına durup dinlenmeden çalışır ve bunu hep sürdürür; hatta bu noktada sürdürmeyi de sürdürür.

Fakat bazı zamanlarda ortaya çıkan bazı düşünce akımları, onu insan yapan temel özeliklerini kullanmasını engelleyen düşünceler de üretirler ve adeta onu çıkmaz bir sokağa yönlendirirler.

İşte o vakit, anlamayı anlamak ya da fark etmeyi fark etmek durur ve insani seviye su almaya başlar.

Bu minvalde Almanların dünyaya hediye ettiği, “milliyetçi aydın” anlayışının temel fikriyatını inşa ettiği, “kendi ırkını kutsama hastalığı” insanlığın ortak değerlerine çok büyük bir darbe indirdi.

İnsanlığın kurtuluşuna vesile olarak kendi ırkından başkasına pek de hak tanımayan bu üstenci bakış, bana göre Hitler’i yetiştiren yolun taşlarını da döşedi.

Bu anlamda varlığın gelişiminin yüce ereği olarak Almanları gören Fichte ve Hegel gibiler de belli oranda sorumludur bundan.

Başka ırklara hayat hakkı tanımayan, her şeyi kendinden menkul gören aşırı-sağ ya da ırkçı bakışların, insanlığa dair sevgileri ya da çağrıları soyut birer temenni olmanın ötesine asla geçemez.

İşte tam da bu noktada anlamayı anlama melekesi iflas eder, fark etmeyi fark etme (idrakin idraki) durur.

Bu mertebeye inen bir ruh, çektirdiği acılardan, verdiği kayıplardan asla utanmaz ve acı da duymaz.

Bilakis algıları sadece ırkına gömülmüş bu ruh, bundan büyük bir haz da duyar.

Aksi halde felsefe okumuş, doktoralı bir fasit olan Joseph Goebbels’i nereye koyabiliriz.

Hata duygularının saptırdığı çıkmaz sokak; kendisinin ve çocuklarının zehirlenerek öldüğü yerde sonlandı.

Lakin o bunu “yüce Alman ruhu için” yapmış olmanın “gurur”unu taşıyordu.

İnsanın aidiyetlerinin farkında olması elbette iyi bir şeydir.

Zira Allah, Hucurât 13’te ölçüyü çok açık olarak belirtir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır.”         

Fakat daha ötesine geçen her ırk yüceltmesinin sonuçları, hiçbir yerde ve hiçbir devirde huzur getirmemiştir.

Alexis de Tocqueville’in yaklaşık yüz elli yıl önce işaret ettiği “uluslar çağının, krallar çağından daha kanlı olacağı” öngörüsünün, pek yanılmamış olduğunu da iyi irdelemek gerekiyor.

Dolayısıyla son günlerde hem dünyada hem de ülkemizde artan bir trend halini alan ultra milliyetçi akım zenofobik, miksofobik bir zihin inşa ediyor.

Belirli bir ırkı hedef alıyor gibi görünse de özü itibarıyla orada kalamayıp bütün ırkları korku nesnesine dönüştürüyor.

Bu da “korkunun üstüne git ve onu yok et ki kurtulasın” tekinini harekete geçiriyor ve artık yabancı olan herkesle, yok etme pahasına ve merhameti olmayan bir kavga başlıyor.

Büyük bir ülke hayali kuran hiçbir ülkenin ve onun milletinin asla kapılmaması gereken korkulardan bahsediyorum.

-Savaştan kaçarak sığınmış olanların da dahil- her sorun, korku duygusuyla değil, bilinç ile yönetilmesi gereken bir sürece ihtiyaç duyar.

“Üstün ya da -Platon’un icat edip Galton’un formüle ettiği- öjenik ırk” anlayışı aşağılamayı besler, sonra da aşağılananların asillere karışması korkusunu başlatır.

Ardından gelenlerin ne olduğunu da Hitler’den bu yana dünya acı örneklerle öğrendi/öğreniyor.

Çağrımız şu olsun: Anlamak affetmek; fark etmek, değer vermektir!