Şahsen demokrasilere “ilahi” bir güç atfedenlerden değilim.

İdeal demokrasinin, ulaşılabilmiş yönetim anlayışları içerisinde önemli bir yere sahip olduğunu inkâr edenlerden de değilim.

Aklın ortaya çıkışının tarihsel koşulları olduğu gibi, demokrasilerin de tarihsel koşulları elbette vardır.

Fakat analojik kabiliyetimizi kaybetmediğimizde demokrasinin de çok ciddi sorunlar barındırdığını; hatta bazen diğer bütün sistemlerden daha fazla kendisine karşı fikirlerin yeşermesine zemin hazırladığını görmek durumundayız.

Üstelik bu demokrasiye karşı gelişen hamlelerin çoğu kendini “demokrat” olarak tanımlıyorlar; faşist fikirler ve terörist eylemciler de dâhil. 

Âdeta binbir yüzü olan bir demokrasi illüzyonu ile baş edebilmenin koşulları, çok ciddi bir idraki mecbur kılıyor.

“Kim daha demokrat?” sorusu, cevabı bir çırpıda verilebilecek bir soru değildir.

Bilinenin aksine, Adam Smith’in Homo Economicus’undan Pierre Bourdieu’nun ifadesindeki Homo Academicus’a kadar hiçbir kimsenin gerçek bir kişisel kanaat edinmesine fırsat vermeyen hatta bilmemiz gerekmeksizin ürettiğimiz bilgisizliğin mimarının da demokrasiler olduğunu iyi hatırlamak zorundayız.

Özellikle ilmî müktesebatının ne olup olmadığına bakmaksızın herkese eşit yorum yapma hakkı tanıyan sosyal medyanın dayandığı en büyük rejim de demokrasidir; demokrasiye karşı en tehlikeli demokrasi girişimi olarak.

Sosyal medyanın ürettiği bilgisizlik, sadece simgesel bir bilgisizlik değildir artık.

Cehalet ürünü yorumun gündemde yer bulması ise çok daha derin bir tehdide işaret ediyor.

Türkiye’nin tarihsel hakikatlerini yok sayan, imajına suikast gerçekleştiren faşizan tutumların beslendiği bir alan olarak düşünüldüğünde, kastettiğim şeyin ürkütücü yüzüyle tanışmış oluyoruz.

Bolu Belediye Başkanı’nın artık bir tarz-ı siyaset hâline getirdiği faşizan yaklaşımların, Türkiye’yi Batı faşizmiyle, ABD’nin siyahilere karşı giriştiği tutumlarıyla aynı zemine çekme tehlikesi taşıdığı gerçeğini ihmal sathında bırakamayız.

Türkiye’nin “yumuşak güç” politikası açısından müthiş fırsatlara açık uluslararası öğrenciler, aynı zamanda çok önemli de bir ekonomik potansiyel taşımaktadır İngiltere’nin, ABD’nin, Kanada’nın örneklerinde olduğu gibi.

Ve bu etki lineer değil eksponansiyeldir; -çok daha fazlası olmakla birlikte- en azından karesiyle, küpüyle çarpmanız gerekir demek istiyorum.

Bu potansiyeli görememek ancak ve ancak büyük bir cehaletle izah edilebilir en azından ihanetten daha iyi olduğu için.

Alexis de Tocqueville Amerikan demokrasisini en iyi anlatan düşünürlerden biri oldu.

Fakat demokrasilerin erdemlerini fark ederken iddia ettiği eşitliğin aslında bir illüzyon olduğunu da çok müdrik bir akılla kavradı.

Özgürlük ve rasyonellik bakımından eşitliğin bir kurmaca olduğunu Bourdieu da çok felsefi bir derinlikle izah etti.

Biricik olana karşı tekelleşmelerin en haksızının eşitleme ve evrenselleştirme olduğunu iyi bilmek ve bunu meşrulaştırmaya çalışanların en büyük argümanının da demokrasi olduğunu hatırdan çıkarmamak çok başka bir idrak gerektiriyor.

Demokrasiye karşı demokrasi hamleleri, hiçbir vasfını taşımadığı hâlde “demokrat” olduğunu iddia eden kötülüklerden geliyor.

“Aydınlanmış yargı”nın önünü tıkayan, özel ve seçkin kanaate erişimi muazzam enstrümanlarla engelleyen karşı demokrasiler, -tıpkı bugünlerde olduğu gibi- zaman zaman gerçek demokrasiye alan bırakmayacak bir etkiye de ulaşabiliyorlar.

Yazımı tekrarında fayda gördüğüm şu ifadeyle nihayetlendireyim: Çatlak sesler değil, hakikati temsil eden mutlak sesler, önünde sonunda hâkim olacaktır.

İlahi kudrete sahip, “Hak gelince batıl zail olmaya mahkûmdur” sözünün de güvencesiyle…