Başlıktan da anlaşılacağı gibi, artık kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız.

Neden böyle bir beklenti içerisine girdik?

Çünkü insanlık tarım ve gıda yoluyla gittikçe asli unsurlarından uzaklaştırılıyor, baştan çıkartılıyor, sömürülüyor, sağlığı elinden alınıyor.

Bir diğer ifadeyle köle yapılmak isteniyor.

Sınırsız özgürlük, sınırsız tüketim, sınırsız eğlence gibi tuzak kavramlarla yeni bir hayat inşa ediliyor. Ne acıdır ki; bu hayatın final noktasında koca bir hayal kırıklığı bizleri bekliyor!..

İşte böyle bir zamanda bizim bizden başka çaremiz yok diyerek yapabileceklerimizi sıralamaya çalışacağım.

Bunu nasıl mı yapacağız?

Şöyle…

Öncelikle eğitim sistemi! Eğitim sisteminin yeni bir müfredata ihtiyacı var; yerli ve millî eğitim sistemi… Kendi kaynaklarından beslenen; hamurunda İslam, insan, ahlak, bilim ve iyiliğin olduğu bir eğitim sistemine mecburuz. Ferdiyetçi ve çıkarcı hayat tarzıyla yarının canavarlarını kendi ellerimizle yetiştiriyoruz. Oysa fedakârlık meziyetine sahip cemiyet ruhuyla kuşanmış nesillere ihtiyacımız var.

Devam edelim…

İletişim dilinin yerlileştirilmesi… Bu konu çok ama çok önemli. Her geçen gün bizim gibi davranmaktan, konuşmaktan, araştırmaktan ve anlatmaktan uzaklaşıyoruz. Bir an önce kendi ayarlarımıza geri dönmeliyiz. Olaylara yaklaşımımız, eylemlerimiz insan merkezli olmalı.

Yerli teknolojinin geliştirilmesi… İletişimden savunma sanayisine, network sisteminden ulaşım ağına kadar hemen her alanda yerli ve millî teknoloji hamlesi yapmalıyız. Elde ettiğimiz üretim gücünü de ivedilikle sosyal hayata monte etmeli, insanların kullanımına sunmalıyız.

İlaç endüstrisinin yerlileştirilmesi… İnsan sağlığı, bitki verimliliği, bitki koruması ve hayvan sağlığı açısından Türkiye kendi ilaçlarını üretmek zorunda.

Sağlık politikaları ve sağlık sisteminin gözden geçirilmesi… Koruyucu hekimlik kavramını önceleyen bir sağlık sistemi tekrar tesis edilmeli. Bol katkılı sözde gıdalarla hasta edilen insanlar, çağdaş tıbbın acımasız dişlileri arasında heba edilmemeli.

Elbette ki gıda politikalarımız… Tarım, gıda ve beslenme kültürüyle ilgili seferberlik ilan edilmeli.

Endüstrinin esaret girişimleri, işgal planları ancak iyi düşünülmüş ve uygulanabilir bir gıda ve tarım politikasıyla bertaraf edilebilir.

Unutmamak gerekir ki her alanda olduğu gibi mutfak-sofra alanında da insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuş bir milletiz. Büyük bir mutfak medeniyetinin varisleriyiz.

Gıda endüstrisiyle tanışmadan evvel; yediklerimiz ilacımız, ilacımız ise yediklerimizdi!

Buğdaylarımız, bakliyatlarımız, sularımız, tereyağımız, et ürünlerimiz, geleneksel peynir çeşitlerimiz, kuru meyvelerimiz, yumurtamız, ballarımız, pekmezlerimiz, kışlık atıştırmalıklarımız…

Yakın zamana kadar tamamen doğal olarak üretilen gıda ürünleriyle besleniyorduk ve sağlıklı bir toplum yapısına sahiptik.

Sonra birileri geldi; toprağımız, tohumumuz, gıdamız, beslenme alışkanlıklarımız, sağlığımız; hemen her şeyimiz değişti. İyilik yapacakları yalanıyla daha fazlasını, daha zahmetsizini, daha güzelini vadettiler.

Sonuç? Tam bir yıkım!

Güvenilir ve helal gıda ile tekrar buluşmalıyız, barışmalıyız!

Nesillerimizin geleceği için, ülkemizin ve milletimizin selameti için buna mecburuz.

Gıda ile ilgili ne varsa; tohum, gıda kodeksi, üretim prosesleri, tüketim alışkanlıkları, reklam yönetimi, belgesel konuları, dizi ve film kuşakları…

Her alanda yeni bir yapılanma gerekiyor.

Bunu başarabilmek için eğitilmiş ve fedakâr insan gücüne ihtiyacımız var. Endüstrinin tuzaklarından beri, gözü tok, gönlü hoş, adanmış insanlar topluluğuna ihtiyacımız var.

Değilse yanlış üstüne yanlış yaparız.

Aynen bugün olduğu gibi…

Türkiye’de durum nasıl?

Gıda ve tarım sanayisi ne kadar yerli?

Yerli olduğunu söyleyen firmalar/markalar ne kadar millî, ne kadar insani!

Ortalık ifsat edilmiş sözde gıda ürünleriyle dolu.

Tehlike buradan geliyor!