Artık iyiden iyiye bir çılgınlık çağında yaşadığımızı düşünmeye başladım.

A’mak-ı Hayal’deki soğan gözlü cinlerin yaşadığı çılgınlıkla aşıkatabilecek düzeyde bir çılgınlık bu. O gökyüzündeki büyük kazanın [yani güneşin] tam 768.5 adet kulpunun olduğunun iddia edilebildiği bir çılgınlık âleminden söz ediyorum.

Dünyada çok farklı devirler ve zamanlar yaşandı. Fakat insanoğlu için on binlerce yıl boyunca “uzaklar uzak olarak kaldı.”

Atın evcilleştirilmesi dünya tarihinde, uzakların yakınlaştırılması açısından gerçekten çok önemli bir yere sahipti. (Atın daha çok folklorik bir öneminin olduğu düşünülür. O da yine bizim toplumda. Fakat atın sanılandan çok daha fazla önemi vardır toplumların tarihinde. Öğrencilerime de attan bahsettiğimde başlangıçta dersin muhabbete döndüğünü sanıyorlar, ama tam tersi: Aslında ders o zaman gerçek anlamda ciddileşiyor. Öyle ki dünyamızın şu anki halinin şekillenmesindeki en önemli faktörlerden birisinin at sahip olduğunu anlatmaya başladığımda…)

Fakat asıl büyük kırılma buharlı makinelerin ve akabinde içten yanmalı motorların keşfi ile birlikte yaşanmaya başladı ve böylece uzaklar daha önce hiç olmadığı kadar yakın olmaya başladı. Daha bunun gibi birçok gelişmeyle birlikte son yüz yılda “çok farklı bir normalin” içinde bulmaya başladık kendimizi.

Fakat bir sorun vardı. Hem de büyük bir sorun.

On binlerce hatta yüz binlerce yıl boyunca, uzakların uzak olduğu kültürler ve gelenekler inşa ettik. On binlerce ve hatta yüz binlerce yılın süzgecinden geçmiş ve böylece içselleştirilmiş ve kökleşmiş tavır ve davranışlardan söz ediyorum. Evrene, dünyaya, kendimize, toplumumuza, ailemize bakışımızdan söz ediyorum.

Son asırda ise muazzam bir şey oldu, kültürlerimizin ve medeniyetlerimizin üzerinde gelişip serpildiği en temel sütunlardan birisi olan “uzakların uzak olması” ciddi biçimde çatırdamaya başladı. Önce trenler, daha sonra otomobiller ve uçaklar uzakları ulaşım yönünden yakınlaştırdı. Diğer taraftan da önce telgraf, sonra telefon ve nihayetinde internet uzakları bu sefer iletişim yönünde inanılmaz ölçüde yakınlaştırdı.

Böylece insanlık olarak“yepyeni bir normal” içinde bulduk kendimizi. Pratikte çok hızlı bir şekilde bu duruma adapte olduk. Fakat derin bir şekilde yanıldığımız bir alan vardı: On binlerce hatta yüz binlerce yılda ortaya çıkmış olan kültürlerimiz ve geleneklerimizin bu kırılmaya kendiliğinden tam anlamıyla adapte olabilmesi için aradan en azından binlerce yıl geçmesi gerekiyordu. Fakat bizler bu sürecin komik bir şekilde daha en başındaydık. (İşte biraz da yeni duruma karşı olan bu muazzam “ilkelliğimizden” ve içinde bulunduğumuz varoluşsal çıkmazdan dolayı yeni duruma modernite deyip onu kutsallaştırdık ve kültürleri ve gelenekleri “kategorik olarak” küçümsedik.)

Öyle ki iletişim ve ulaşım araçlarını sonuna kadar kullanabildiğimiz ölçüde yeni normale adapte olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat gerçekte muazzam bir cehaletin pençesinde buluyoruz kendimizi. Zira yeni normalin daha bizlere ve kültürlerimize ne yaptığını bilmeden, nerede olduğumuzu daha hiçbir şekilde göremeden ve tam anlamıyla yeni normalin kölesi konumuna düşmüşken, kendimizi insanlık tarihinin en ileri noktasında ve safhasında görüyoruz. Kibrin en yüksek olduğu nokta aynı zamanda cehaletin en derin olduğu noktadır. Ve işte tam da bu noktada ortaya çıkmış oluyor “Çılgınlık Çağı.”

Peki, ne yapmamız gerekiyor? Bizler bu çılgınlık çağında ne yapmamız gerektiğine yönelik en ufak bir fikre bile sahip değiliz. Ve bu açıdan -tahmin edilemeyecek ölçüde- korunmasız vaziyetteyiz. O açıdan, bu sorunu görüp adamakıllı tefekkür etmemiz, tartışmamız lazım, çözüm önerileri sunmamız lazım. Yeni normale tam bir kültürel ve geleneksel adaptasyonun sağlanabilmesi epey uzun zaman alacaktır. Fakat belirtmem gerekir ki toplumların kaderinin belirleyicilerinden birisi de bu adaptasyonun başarı düzeyi olacak. Vesselam…