Bize savaşların tarihini anlattılar ve tarih böylece tek bir boyuta indirgendi. Fakat bize “insanların tarihi” lazımdı. Eski insanlar nasıl yaşıyordu, ne düşünüyordu, nasıl toplumsal ilişkilere ve geleneklere sahiptiler, nasıl bir kültürleri vardı, işte bütün bunların tarihi… Ancak böylece “ne olduğumuzu” ve “nereden gelip nereye gittiğimizi” künhüyle anlamaya başlayabilirdik.

Dünya tarihi doğuşların ve ölümlerin, oluşların ve bozuluşların, ilerlemelerin ve gerilemelerin tarihidir ve dahi bizler bu tarihten azade değiliz. Hayır, bizim özel bir yerimiz yok bu tarihte. Tüm o doğal ve toplumsal kurallar bizim için de geçerli. İnsanlık ne modernlerin düşündüğü gibi salt iyiye ne de romantiklerin hissettiği gibi salt kötüye gidiyor. İnsanlık ne geçmişte yaşananları aynen yaşıyor ne de tamamen her şeyi ilk defa yaşıyor. Biz tarihsel bir kural çıkarmak için istediğimiz kadar uğraşalım, sonuçta tek bir kural var gibi duruyor: Kaos. Herhangi bir kural çıkarabilmemize izin vermeyen latif bir kaos.

Günümüz dünyası bir açıdan daha önce yaşanmamış bir şeyi yaşıyor: Uzaklar,  bu zamana kadar hiç olmadığı kadar yakınlaştı. Geçen yazıda bu durumun henüz çok başında olduğumuzu ve bu yüzden bu “yeni normale” karşı epey hazırlıksız olduğumuzu söylemiştim. Peki, eski normal neydi? (Belirtmem gerekir ki bu konu hem çok kapsamlı hem de çok zor bir konu. Bu yüzden bizim çok çalışmamız, kıyasıya tartışmamız ve bu konuda eserler üretmemiz gerekiyor.)

Tarihinin büyük bir kısmında insanoğlunun temel geçim aracı avcılık ve toplayıcılıktı. (Hayvanları avlıyor, meyveleri ve bitki köklerini topluyorduk. Burada da çok temel bir iş bölümü vardı: Erkekler avcılık yapıyordu, kadınlar da toplayıcılık. Feministlerin kulakları çınlasın!)

Henüz bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmediği ve insanların yerleşik hayata henüz geçmedikleri o çok uzunzaman diliminden söz ediyorum. Bundan sadece, 10 bin yıl kadar önce insanlık ilk defa tarım ve hayvancılığa başladı ve yerleşik hayata geçti. Bu yer verimli hilal bölgesiydi. Yani “bizim topraklarımız.”

İnsanlar avcılık-toplayıcılıkla geçinirken çok küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı. Ve bir bölgede geçimlerini sağlayabildikleri sürece kalıyorlar ve artık o bölgede kaynaklar tükendikten sonra başka bir bölgeye göç ediyorlardı. Hayatları boyunca çok yüksek ihtimalle sadece kendi topluluklarındaki insanları görüyorlardı. Bu insanlar için dünya sadece kendi topluluklarından ibaretti.

İnsanlar tarım ve hayvancılığa geçiş yaptıktan sonra hayatlarında birçok şey değişti. (Ve belirtmem gerekir ki değişikliklerin bir kısmı iyi yönde olurken, bir kısmı da kötü yönde oldu. Modernlere ya da romantiklere buradan da ekmek çıkmıyor yani…) Fakat birçok şey de sabit kaldı. Bunlardan birisi de uzakların uzak olarak kalmasıydı.

Tarım ve hayvancılık döneminde dünyada ilk defa şehirler kuruldu. Fakat insanların büyük çoğunluğu yine nüfusu 50-100’ü geçmeyen köylerde yaşıyordu. Ortalama bir insan, hayatı boyunca köyündeki insanlar haricinde çok az insan görüyordu ve köyünün 5 kilometre ötesine hayatı boyunca geçmiyordu. Ve evet… Bu insanlar için dünya köylerinden ibaretti.

Ve insanların kültürleri ve gelenekleri işte bu yüzbinlerce yıllık “uzakların uzak olduğu” dönemde gelişti ve yerleşti. Bu kadar uzun bir sürecin tam da şu anda üzerimizde çok önemli etkileri olmak zorunda… Bizler pek de fazla kabul etmek istemesek de.

Bundan 6 bin yıl önce 53 kişilik bir köyde eşiniz ve üç çocuğunuzla birlikte yaşadığınızı düşünün. Köyünüzde akrabanızın çocuğunu o sabah bir yılan ısırmış. Ne kadar korkmalısınız? Çok. Ve bugün 15 milyonluk bir şehirde birisinin çocuğunu yılan ısırmış, televizyonda izlediniz. Ne kadar korkmalısınız? Hiçe yakın. Ama çok korktunuz. Tam da eski insanlar gibi. Bu sadece basit bir örnek… Tartışmamız gereken çok şey var. Ve medya da bu tartışmanın içinde özel bir yere sahip. Vesselam…