Sevgili okur, bu hafta köşemizde yine büyük bir eksikliği dile getireceğiz. Gelecek nesillerin durumunun pekte iç açıcı olmadığını ve geleceğimizin teminatı çocuklarımızın geçmişle karşılaştırıldığında yetiştirilme tarzlarında büyük farklılıkların olduğunu görmekteyiz. Bu büyük farklılığın olumlu bir şekilde değil olumsuz bir şekilde tezahürünü görmekteyiz. Belki hepinizin muzdarip olduğu ama bir türlü dile getiremediği bir konuyu bugün pervasızca dile getireceğiz. Bir derdim olduğunu hepiniz biliyorsunuz sevgili okur. Derdim; 2023 hedeflerine giderken toplumu yeniden inşa etmek ve bu inşa sürecini sosyolojik temellendirmelerle kalıcı hale gelmesini sağlamak.

Nedir bu büyük sorun?

Çocuklarımızın yürümeye başlamasından ve kendilerini bilmesinin üzerinden takribi 7 yıl boyunca akıldışı televizyon programları ve aptalca yanlış teknolojik alanlar içinde yaşamasının hala normal olup olmadığı. Ve bu noktada ebeveynler bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı korkunç şeylerden muzdarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz bize yabancı olan bir su altı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizimde bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor. Hatta bir çocuğa karşı duyduğumuz hisler; onu koruma, üzerine titreme arzumuz bile onu yanlış anlamamıza neden olabilir. Çocuklar ile yetişkinler farklı dünyada yaşarlar. Çocuğun zayıf tarafı, hayata boş bir sayfayla başlamasıdır. Ve o sayfaya ne yazarlarsa ileride onları okuyacaklar. Günümüzdeki çocukların ise o boş sayfalara pekte yararlı şeyler yazmadığı kanısındayım. Çocuk, yaşadığı toplumu ne anlar ne de sorgular ve saflığı nedeniyle diğer insanlar aşağılık hissi bulaştırıp gizemli ve berbat kurallara karşı çıkmaktan korkutarak onu etkiler.

Batıda yapılan araştırmalarda çocuklar, özellikle de ailesi dağılmış çocuklar, teknolojiye annelerinden babalarından daha çok güveniyorlar. Aileler çocuklarını dijital dadılara (televizyon, bilgisayar) emanet ediyorlar. Sokaktan çok teknolojinin güvenilir olduğuna inanıyorlar. Araştırmalarda aile-çocuk arasındaki güvensizlikte ”tehlike” olarak görülen unsurlar: pazarlamacılar, reklamcılar, teknoloji, doğa(sızlık). Sue Palmer, Zehirlenen Çocukluk kitabında uzun çalışma saatleri kültürünün daha çok ürün satmak için mükemmel bir döngü yarattığını söyler. Çocuklar ebeveynlerinin yokluğu yüzünden mutsuzdurlar. Reklamlar bu duyguyu yakalayıp ürünlerin satın alınması yoluyla mutluluk teklif ederler. Çocukların istediği ürünlerin satın alınması önce çocukları sonra da ebeveynleri çok kısa süreliğine mutlu eder. Çocukların ve ebeveynlerin ürün mutluluğu ansızın yerini mutsuzluğa bırakır. Çünkü hiçbir ürün, ebeveynlerin varlığının yerini tutamaz. Ebeveyn eksikliği yerine sonsuz alma mutluluğunu koymak. Yaşamlarından aile sevgisini alıp yerine kariyer zirvesini koyan ebeveynler, çocuklarını tam donanımlı birer robot gibi yetiştiriyorlar. Bir dakikası bile boş geçmesin diye o özel eğitimden bu özel eğitime koşturan çocuklar insani vasıflarını kaybedip Android’e dönüşüyorlar. Çocuklarımızla vakit öldürmeyi değil de kaliteli vakit geçirmeyi seçmeli. Bunu başarabilsek toplumu yeniden dizayn etmiş oluruz. Günümüzde çocukları etkisiz hale getirmek için kullanılan yöntemlerden eline telefonu tutuşturup bir şeyler izlettirilmesi içerlemiştim. Toplumumuzun her konuda bir fikri var ama sanalda sömürülen çocuklar için sessiz bu toplum.

Sevgili okur; Çocuk, Allah’ın emanetidir, sürekli geliştirilmesi gereken bir işletim sistemi değildir. Ona verilecek en güzel şey de vakittir, sevgidir…