Sezai Karakoç Dirilişin Çevresinde kitabında “Bir çocuğun eline boya kalemleri ve bir kâğıt verin. Hemen size ufku kaplayan mavi dağlar ve iki dağ arasından fışkıran bir güneş çizecektir. Demek ki, çocuğun ruhunda hazır bekleyen dağlar vardır. Bu dağlar uzak ve yüksektir. Onlar, gök rengidirler. Ve bu dağlar bir sabah güneşine gebedir. Hatta bu dağlar o güneşi doğurmuşlardır. Dağlar bir annedir ve güneş bir bebe... Bebek annenin kucağında. İşte çocuk, tabiatındaki bu ana-oğul sembolünden bir güven toplar kendine.” der. Deprem tabiatla/doğayla ilişkimizi yeniden düşünmemizi sağlamış mıdır? Maalesef evet diyemiyorum. Çünkü uzun zamandan beri iyimser bir ifade ile 1939 Erzincan depreminden bugüne Allah’ın tabiatla ilişkimizi düzenlediği ilahi kanunlardan koptuk. Her şeye insan olarak tek başımıza karar verdiğimiz ve mutlak güç sahibi olduğumuz vehmiyle tabiatı kontrol edebileceğimizi sandık. Ekip biçmek için kullanılması gereken ovaları betonlaştırdık, ovaları sulayan dere ve nehir yataklarını işgal ettik, göl ve bataklıkları kurutarak betonlaştırdık. Ancak bu kararların tamamı fıtrata aykırıydı. Önce tabiata müdahale ederek toprağı ifsat ettik. Sonra insanın fıtratını dönüştürdük ve insanı bozduk; insanın insanla ve toprakla ilişkisini bozduk.

Dağ bir çağrıdır. Yaslanmak ve güç toplamak, nefes almak, görmek ve anlamak için. Yüksek bir yerden baktığımızda görme imkanları daha geniştir. Dağlara karanlık ve gölge hep geç gelir. Aydınlığın kıymeti karanlıktan, her türlü karanlıktan daha kıymetlidir; ancak insanlar bunu bilmek istemedi. “İnsanlar, hep tabiata karşı çıkarken, ilerde bir noktada, hep kendilerine karşı çıktıklarını görmüşlerdir. Gün olmuş, tabiata ve kendilerine büyüyle yaklaşmışlar. Gün olmuş, konuşarak yaklaşmışlar. Gün olmuş, olay içinde yaklaşmışlar. Fakat, insanoğlu, her denemede yorgun, her çıkıştan ürkmüş, her atılıştan yıkılmış.” diyor, Karakoç.

**

Deprem bizi bir samimiyet sınavından da geçirdi. Seküler anlayış sahiplerinin insana, Anadolu’ya, İslam’a ve değerlere bakışlarına net bir biçimde yeniden şahit olduk. Bir kez daha gördük ki bu toplumun ideolojik söylemlerine ve sosyal medya tahriklerine aklını emanet etmiş bir kesim, İslam hariç her dine saygı duyuyor; Arapça dışındaki dilleri değerli kabul ediyorlar ve ulusal-ırkçılığa -Türkçe bilmiyorum, beni kurtarmazlar diye ses çıkarmadım, diyen sığınmacı- teslim olmuşlar. Kur’an dışındaki yazılı tüm metinlere inanıyorlar; cami dışındaki tüm mekânlara ve ezan dışındaki tüm seslere kulak kabartıyorlar. Osmanlı tarihi dışındaki tüm ülke tarihlerini, değer yargılarını saygıdeğer buluyorlar. Enkazdan çıkarılan canlara sevinçlerini “Allah-u Ekber” nidasıyla ilan edenlere de düşmanlar. Neden? İrtica ve gericilik dayanaklarını yitiren modernlerin, birlikte yaşadıkları yurttaşlarına yönelik ortaya koydukları zenofobik anlayışı yakından takip etmek gerek; çünkü bu yeni bir hastalık ve 11 Eylül ABD kulelerine yapılan saldırıdan sonra Batılıların ürettikleri İslamofobiya anlayışına denk yeni bir ideoloji hatta fobik bir takıntı! Hastalıklı anlayışlarıyla ürettikleri “depremden öncelikli çıkarılanların kimliklerine dair algı” iddiaları başta olmak üzere pek çok konuda yalan söylediler. İnsanlardan ve insanlıktan utanmadan kurtarma ekiplerinin ölüler arasında kimlik ayırımı yaptıkları iddiası o gönüllü insanlara saygısızlıktı.

**

Bir facia yaşadık. Almanya büyüklüğündeki bir kara parçasında yer yarıldı, asfalt yırtıldı, kat kat yükselttiğimiz tabut yığınları presle basılmış gibi katlanarak akraba ve kardeşleri, eş, anne, baba, dede, nene, amca ve dayıları; zengin, fakir, inanç, mezhep, etnik aidiyet, sosyal statü gözetmeksizin enkaz yığınlarında eşitledi. 22 Ağustos 1509 gecesi İstanbul’da meydana gelen ve tarihimizde “Kıyamet-i Suğra/Küçük Kıyamet” olarak anılan mahşere denk bir an yaşandı bu topraklarda. Toprak ve ovaya ihanet edip ahlakî olmayan inşa faaliyetleri Allah’ın tabiat vahyine yenildi.

Öfke, acı ve ağıtlardan başka bir şey kalmadı elimizde. Bölgeye akın akın gidenlerimizden bir kısmımız evi barkı yıkılmış, onlarca yakınını kaybetmiş; birkaç aylık bebesi, okul çağındaki evladı, gelinlik kızı tonlarca ağırlık altında can çekişirken sosyal medya soytarılıklarına alet edildi. Her bir yardım paketi bir çocuk, bir yaşlı veya bir hanımla eşleştirilerek fotoğrafı çekildi ve paylaşıldı. Hayatın, onurun, saygınlığın, vicdan ve merhametin; diğerkâmlılığın/empatinin farkında olmayan görünür olma hastalığına yakalanmış insancıklar da samimiyet sınavında sınıfta kaldılar.

Teselli ve tedbirde başarılı olamadık. Umut vermede de başarılı olduğumuz söylenemez. Ekranlara yine fay boylarının ölçüsünü veren ve bol bol yıkımlardan söz edenleri çıkardık. Psikolog, sosyolog ve psikiyatrlar yoktu ekranlarda. Fay kırıklarının açtığı yaraları saracak imkânlar seferber edilmişti bile. Gönlümüzdeki ve ruhumuzdaki fay kırıklarına dokunacak mimarları bekliyoruz hâlâ. İnsanı, insanlığı, gönül dünyamızı ve ruhumuzdaki fay kırıklarını onaracak çağ mimarlarını bekliyoruz.