İnsana babasından, atasından yalnızca mal, mülk, para miras kalmaz kâri. Bu ancak onlarcasının içinde bir şey, hatta ufak bir şey… Zira babadan evlada tevarüs eden manevi bir tereke de vardır. Hatta farkına varmasa da kendi şahsiyetinde almış kabul etmiştir bile onu. Bir de asırlarca süren ve nesilden nesle miras bırakılan bir şey var; kültür…

Kültür, medeniyet ve tarih yalnızca yazılı kaynaklarla nesillere aktarılmamıştır ve zaten yetmez de. Özellikle bizim toplumumuzda kültürün sözlü olarak aktarımı daha yoğun ve daha etkili halde kullanılmıştır. İlk dönemlerde kulaktan kulağa aktarılan bazı bilgiler ya da okuma yazma bilenlerin kitaplardan okudukları hikâyeler bazen cami avlularında, bazen dergâhlarda bazen bu iş için özellikle oluşturulmuş odalarda yapılmış hem böylelikle halkın manevi ve milli duyguları geliştirilmiş hem de bir ilim halkası kurulmuştur.  İleriki zamanlarda özellikle Anadolu’da ve kırsal kesimlerde bu durum köy odalarının teşekkülü ile devam etmiş oralarda insanlara tarihi bilgiler menkıbe ve rivayetlerle beraber aktarılmıştır. Aslında aktarılan sadece bir bilgi değil bir medeniyettir.

“Köy odaları” öyle basit ve sıradan bir kavram değildir kanaatimce. Büyük meseledir ve büyük hizmet etmiştir aslında. Anadolu’nun uzak köylerinde ve zor zamanlarda insanların milli ve manevi şuurunu taze tutan o odalarda anlatılanlar, okunan destanlar, hikâyeler olmuştur. Küçüğünden büyüğüne herkesin olduğu ve gürül gürül yanan bir sobanın başında anlatılanlar muhakkak ki vaktin insanlarının zihninden bir hayalden çok şuura dönmüştür. Hayal etmesi bile güzel bence ama maalesef şimdi bundan bile mahrumuz.

“Köylerde durum böyleyken büyük şehirlerde neler oluyor?” diye düşünen olursa diye söyleyeyim mesela İstanbul gibi şehir hayatının yoğun olduğu yerlerde bu durumu daha ziyade kıraathaneler üstlenmiştir.  Buralarda ilim erbabı olan zatlar hem gelip çaylarını yudumlamış hem de geniş ilmi tartışmalara, edebi sohbetlere ve sanat konuşmalarına, devlet meselelerinin halline girişmiş ve orda bulunan halk da bunları dinler olmuştur. Hatta bir vakitten sonra sırf bu fikri tartışmaları dinlemek ve bilgi edinmek için gelmeye başlamışlar ve daha çok üniversite talebeleri, ilme meraklı insanlar bu mekânların müdavimleri olmuşlardır. Bu sebeple de kahvehane yahut çay ocağı isminin yerini okuma evi anlamına gelen kıraathane almıştır. Bu mekânlar bir nevi kültür ve medeniyet taşıyıcısı olmuş ve âlim ile talebeyi buluşturmuştur. Yakın dönemde bu vazifeyi gören küllük, ikbal, çınaraltı gibi meşhur kıraathaneler ise bir nevi kültür merkezi olma konumunu son vaktine kadar korumuştur.

Şimdi mi? Şimdi de öyle işte; derdimiz olursa tweet atıyoruz, birini özlediğimizde görüntülü arıyoruz, fotoğraf paylaşıyoruz, beğeni, takipçi, izlenme falan derken öyle geçip gidiyor. Sonra bir yerlerde mesela bir bayram ziyaretinde, cenazede falan -ki başka türlü karşılaşamıyoruz- bir iki kelamdan sonra “Ne olacak bu gençlerin hali?” diye söylenip vazifesini yapmış birinin huzuruyla evlerimize dağılıyoruz.