“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz. Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”
Veda Hutbesi’nden…
Erem Şentürk
İslam birliğinin halifelik makamıyla temsil edilmesi sosyolojik bir süreçtir; engellenmez. Bu gerçeklik önümüzdeki yirmi yıl içinde üç cepheyle karşılanacaktır: Direnen geçiciler, dahil olan Müslümanlar ve buna uygun pozisyon alan Hıristiyan birliği. İslam birliği yolculuğundaki engeller, ödenecek bedeller ve nemli gölgelerde saklanmış şeytanların en tehlikeli ve zorlayıcı olanı kâfirin kendini İslam’la güncellemesi olacaktır.
Romantik olmayan bakış açısından gayet net görünen bu gerçekliği analiz edebilmek için hassas bir soru sorarak başlamalıyız: Dünyayı kim yönetiyor?
Bu sorunun kısa ve doğru cevabı hiç kimsedir. Kaba tabirle, dünyayı yönetenler olarak meşhur olmuş Siyonizm, Emperyalizm, küresel sermaye yahut başka bir isimli bu tepe yöneticiler hakkında yapılan en yaygın hata onların dünyayı yönettiğini düşünmektir. Bu yaygın hatanın ortaya çıkışı da, yayılması da kendiliğinden değildir. Dahası bu onların başından beri hem para hem de zaman olarak en çok emek verdikleri varlık stratejisidir.
Tarihe üç boyutlu baktığımızda şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz: 1914 yılında bir Sırp Ferdinand’ı vurmasaydı da 1. Dünya Savaşı olacaktı. Katolik-Protestan ayrımı çoktan gerçekleşmişti ve toplumların örgütlenme yapıları, temel ihtiyaç öncelik sıraları değişmeye başlayalı çok olmuştu. Bu süreçlerde 1. Dünya Savaşı bile ayrıntıdan başka bir şey değildir aslında. Değişim kendi yolunda ilerliyordu ve savaş olmasaydı da bu ayrımlar olacak, dünya bu günkü şeklini alacaktı. Sözün özü, bu “her şeyin sahibi, her taşın altında, her piramidin tepesinde olan dünyanın asıl yöneticileri” aslında bir şeyi yönetmezler, sadece öyle olduğuna inandırırlar.
Niccolo Machiavelli’nin kendisi ve “Prens” kitabını yazarken ilham aldığını söylediği Büyük Selçuklu’nun veziri Nizamülmülk, işin sırrını kısaca şöyle özetliyorlar:
“Dünyanın bütün değişimleri kendiliğindendir. Yaratıcıya inanıyorsanız dini referanslı etkenler de ekleyebilirsiniz ama insanların müdahale edebildiğine sadece tembeller ve bu işten karlı çıkanlar inanır.” Machiavevelli – 1521 “Avam, güçlü sultanların ve servet sahibi zenginlerin dünyanın gidişatına müdahil olduğunu zanneder; gerçek sultanlar yalnızca dahil olduklarını bilirler.”Nizamülmülk – 1079 İşin sırrı “müdahil” ve “dahil” kelimelerinin arasındaki farkta saklı. Dünya Allah’ın ilmi üzere kendi yolculuğunu yapmaktadır. Büyük gidişatın içinden küçük bir dilime dar açıdan baktığımızda, dünyayı insanların yönettiğini düşünme cüretine kapılmak en kadim hasletlerimizdendir. 18. Yüzyıl’a kadar kâinattaki her şeyin dünyanın etrafında döndüğünü sanan cüretkâr insanın, dünyayı yönetme hezeyanına kapılması anlayış gösterilmesi gereken insani bir kusur. Gerçek anlamda sosyolojik süreçler kendi yol- culuğunu yaparlar ve insanlar buna dahildirler, müdahil değil. Süreçler tamamlanınca olay olurlar ve olay sonrasın- da doğru zamanda doğru pozisyonu almış olanlar kazançlı çıkarlar. “Büyük yöneticiler” denilen, piramidin üzerindeki- lerin avamdan farkı, süreçleri okuyabilmesi, pozisyonunu almış olması ve sonunda karlı çıktıkları için “Bunu biz yaptık” demelerine herkesi inandırmasından ibarettir. Bu illüzyonun tek püf noktası var, o da avamın “dünyayı yönetenler” tekerlemesini çok sevmesi. Hiçbir insan dünyayı yönetemez, yönetir sandıkla- rımız gidişatı öngörür ve yeni duruma göre pozisyon alıp karlı çıktıkları için avam da onların yönettiğini zanneder.
Dünyayı yönettiğini sandığımız piramidin zirvesindeki güçlü otorite, süreci okumayı Orta Çağ’ın sonlarında öğrendi. Dünyanın kendiliğindenlik prensibiyle değiştiğini kabul ettikleri gün patron oldular ve her geçen gün bu konuda daha da başarılı oluyorlar.
“Yönetmiyorlarsa iktidarda nasıl kalıyorlar?” sorusuyla devam etmeliyiz.
Bu okuyucu ve pozisyon alıcı küresel otorite korkuları kullanarak hem kendini gizliyor hem de iktidarını koruyor. Milattan sonra ikinci bin yılını tamamlayan dünya artık İslam birliği gerçeğine doğru ilerlerken sosyolojik süreç karşında da engelleyici olmak yerine yeni durumda karlı çıkacak pozisyon arayacaklar. Meşhur otorite ve onların sadık köleleri biliyorlar ki bu sonuç engellenemez üstelik müdahil de olunamaz. Orta Çağ’daki atalarından kalan mirastan öğrendikleri teknikle pozisyon alacaklar ve yeni durumda yine karlı çıkmanın yolunu arayacaklar.
Savaşlara, salgınlara, fakirli- ğe ve yozlaşmış idarelere karşı çözüm üretemeyen kilise, Orta Çağ’da zor günler geçirdiği dönemde, vatansever bir kar- dinal kahramanca bir çözümle ortaya çıkar. O gece Vatikan’ın karanlık odalarından birinde kilisenin iktidarını yeniden inşa etmek için kendini feda etme planını açıklayan kardinalin hazırladığı ve uyguladığı plan, iktidarların korkuyu kullanma esaslarının sitemini oluşturacaktı. Kardinal ve sadık iki rahip geceleri evsizlerin, kimsesiz- lerin olduğu sokaklara çıkıp insanları boynundan ısırarak öldürdüler. Koltuk altlarını ve kasıklarını deldikleri insanla- rın damarlarına deri hava keseleriyle pompalayarak kanlarını dışarı akıtıp “kanları emilmiş” ölüleri şehrin caddelerine bırakmaya başladılar. Efsa- nelerde anlatılan kan emici vampirler Avrupa sokakların- daydı ve gerçekti artık. Açlık, salgınlar, yozlaşma önemini kaybetmişti; çünkü etrafta geceleri ortaya çıkan vahşi vampirler kanınızı emerek sizi öldürüyorlardı ve çok güç- lüydüler. Korku hikâyelerinin can alıcı kısmı kendini feda bölümüdür. Sistemin gücü karşında perişan olan mutlak kötüyü görmediğimiz sürece korku sisteme hizmet edemez. Öyleyse sıra sistemin şovunu yapmasına gelmiştir. Kardinal, elbiselerine alkali metaller grubundan olan sodyum ve potasyum tozlarını sürer. Önceden planlanmış bir gecede kilisenin duasıyla yakalanır ve büyük bir haça bağlanır. Papa hazretleri kalabalığın yanına gelir ve denizden su getirilmesini ister. Ardından getirilen suya dualar edilir ve kutsal suyla karıştırılır. Kilisenin güçlü kutsal suyu haça bağlanmış adama serpilince vampir tutuşur ve binlerce kişin gözü önünde kan emici katil, suyla yanma tepkimesine giren potasyum marifetiyle yanarak cezasını bulur. Kutsal su, gümüş haçlar ve papanın duası dünyanın en acımasız tehlikesine karşı Avrupa’yı koruyabilecek tek güçtür artık. Tanrı kiliseyi korusun!
Korku odağını meydana getir, içinden kendini feda edebilecek vatansever kahramanlar bul ve iktidarını koru. İşte bu teknik yıllar içinde güncellendi ve her dönemde kendini başka isimler altında gösterdi. Örneğin altına hücum kampanyası motivasyonu ile batının hücum ettiği İslam korkusu iktidarların kendini koruması için gayet verimli üstelik çok karlı yeni bir strateji.
Sekülerist toplumlarda İslam’la korkutmak başarılı olabilir! Ladin’e, yahut bomba dolu kamyonlarla kendini patlatanlara ihtiyaç da yoktur. “Bunlar Şeriat’ı getirecekler”, yeterli ve ekonomik bir argüman olarak çok defa kullanıldı. Lakin söz konusu İslam coğrafyası olduğunda, korkmak bir kenara, insanları tedirgin bile edemeyen bu argümanın artık çalışmadığı bir döneme girdik. Dolayısıyla kokuların da kendini güncel- lemesi hatta bölgelere göre daha sofistike korkuların inşa edilmesi gerekiyor.
Subjektif şımarık insan profillerinden oluşan sekülerist toplumların sonuna geldiği bir dönemi yaşıyoruz. Her şeyi bilimle açıklayamadığımızı fark ediyoruz, hatta her gün değişen bilimsel kuralları her zamankinden daha az güve- nilir buluyoruz artık. Üstelik dünya, sınırsız cinsel hayat, haz verici kimyasallar ve “ölünce toprağa karışacağız” aydınlanmacılarından çok sıkıldı. İki asırdır gittikçe büyüyen manevi açlık kendi endüstrisini kurmaya çoktan başladı. Dünyanın yeniden dine döndüğü bu dönem sosyolojik bir süreçtir ve engellenemez. Öyleyse dünyanın yöneticisi otorite bunu engellemek yerine buna uygun en karlı pozisyonu almaya çalışacak ve iktidarını muhafaza etmek için korkusu- nu güncelleyecek.
“Bu lidere itiraz edersen cehenneme gidersin.”
“Gayretullah’a dokunursun!”
“Mahkeme-i Kübra’da görüşürüz.”
“Allah evlerinize ateşler salacak.”
Bu güncellenmiş din temelli faşizm, Sümerlerdeki “Amerind” ailesinin vesayette kalabilmek için kullandığı ka- dim mekanizmayı kullanıyor aslında. “Bize karşı gelirseniz tanrı sizi Nuh Tufanı ve felaketlerle cezalandırır” diyerek yüzlerce yıl Sümerleri vesayet altına almışlar. Bu sistem kendini güncellemiş olarak göstermeye başladı. Önümüz- deki yıllarda dünyayı bekleyen en büyük tehlike kendini güncellemiş din temelli faşizm olacaktır. Özellikle Türkiye gibi Müslüman ve hür olan ülkelerde bu durum tarihte hiç olmadığı kadar güçlenecek ve sivil Müslüman olmanın kâfirlik olarak tanımlandığı noktaya kadar varacak.
Piramidin üzerindeki büyük otorite muhtemel bir İslam birliği gerçeğini kendisi için en karlı olarak şekillendirmek isteyecek ve iyi hesaplanmış bir politik pozisyon alacak. İslam birliği halklarının vesayetsiz ve hür olmaları asla kabul edilemez; çünkü bu karsız durum servet sahipleri için büyük riskler taşımaktadır. Müslümanları Müslüman’la tedirgin etmek, İslami referanslarla korkutup vesayetlere paylaştırmak, yapılan hesabın püf noktası.
Hülasa; dünyanın huzuru ve gerçek barış sadece Allah’a bağlanmış sivil Müslümanların çoğalmasına ve birleşmesine bağlıdır. Müslüman’ın bağımsızlığını kendi varlığı için tehlike gören “otorite”, “ılımlı İslam” ve tam karşısına konuşlanmış “saldırgan Müslüman” modellerinin çatışması arasından filizlenmiş bir iktidar planlamaktadır. İngilizce S.H.H. olarak bilinen bu teori, adını “Sneaky vs Hard-Hitting” tanımlamasının baş harflerinden almaktadır. “Sneaky”, yani sinsice, belli etmeden, içten pazarlıklı bir profil ile, “hard-hitting”, yani saldırgan, kaba, uzlaşmaz bir profil arasında dünyayı seçim yapmak zorunda bırakmak… Toplumlar önce “hard-hitting Müslüman” profillerle yorgun düşürülecek; ardından uzlaş- macı, tebessümleri hiç eksik olmayan abartılı kibarlaştırılmış sinsi Müslüman modellerinin vesayet odaklarını ele geçirmesine zemin hazırlanmış olacak. Otoritenin iktidar inşası için yaptığı bu yeni alan tanımlamasına karşı hazırlıklı olmamız, gelecek nesillerin özgürlüğü ve can emniyetleri için çok önemlidir.
İnsanların özgürlük için iyi geçinmek zorunda oldukları otorite iyi geçinmeye inandırıldığımız için otoritedir. Takiyye, tedbir, zamanını beklemek gibi kafeslerdeki esaretlerimizden ve ezberletilmiş çaresizliklerimizden hepsinin sadece psikolojik eşikler olduğunu anladığımızda bir nefeste kurtulabiliriz. Tek ve gerçek otorite Allah’ın otoritesi, bütün Müslümanlar da onun doğal kabul edenidir.