Doğrudan meseleye girelim…

27 Mayıs 1960 kara darbesi, dünya siyasi darbeler tarihinde en kepaze, en rezil, en aşağılık olanıdır. Elhak, bütün darbeler ve darbe girişimleri böyledir.

6-7 Eylül Olayları, 9 Subay Olayı, Uşak, Kayseri ve Topkapı Olayları (İnönü’ye uyduruk suikast girişimi), 28-29 Nisan Olayları, 555K (5. Ayın 5. Günü saat 5’te Kızılay’da) eylemi, ezanın yeniden Arapça okunması, Kore’ye asker gönderilmesi filan…

Her darbe öncesi oluşturulan altyapının son fitili 18 Nisan 1960’ta, yani darbeden tam bir ay önce kurulan ‘Tahkikat Komisyonu’ ile ateşlenmişti.

Komisyona ilişkin Meclis görüşmeleri sırasında muhalefet lideri İsmet İnönü’nün sözleri (bu sözlerin yayını yasaklanmıştı) arşivlerde yerini koruyor.

“Biz demokratik rejim dedik. Demokratik rejim kurulmuştur. Şu demokratik rejimi, istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline getirmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz; ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğu zaman, milletler için ihtilal meşru bir haktır.”

İNÖNÜ İDAMA KARŞI!

CHP’li gazeteci Altan Öymen’in “Umutlar ve İdamlar, 1960-1961” isimli kitabında, İnönü’nün Milli Birlik Komitesi Başkanı darbeci General Cemal Gürsel’e gönderdiği bir mektuba yer veriliyor. 13 Eylül 1961 tarihli mektupta İnönü, eğer idam olursa ordu ile halk arasında oluşacak “kırılma” ve “kalıcı hasar”a dikkat çekiyor. İdamları –güya- onaylamamasını istiyor.

“Sizi ben de kurtaramam” diye Meclis kürsüsünde haykıran İnönü gitmiş, yerine demokrasi ‘havarisi’ İnönü gelmişti!

Öymen, kitabında diyor ki: “Bizim iktidara bakışımız gereğinden fazla katıydı. Hele biz gençler iktidarın attığı her adımı yanlış ve zararlı görmeye alışmıştık.”

12 Eylül ve 28 Şubat’a baktığımızda…

Hatta 15 Temmuz’a…

Taşlar yerine tam oturuyor…

Bugünkü muhalefet geleneği kodlarının da şifresini veriyor Altan Öymen…

Geçelim…

YARIM DAKİKA SARILAMADIM

Adnan (Ednan) Menderes’in oğlu Aydın Menderes’le sık aralıklarla çok kıymetli görüşmelerimiz oldu. Özellikle Ankara’daki (Gaziosmanpaşa) evinde yaptığımız uzun soluklu söyleşilerin bir kısmı çalıştığım gazetelerde dizi yazı olarak yayımlandı. (Kısmet olur ise özel fotoğraflarla kitaplaştırmayı düşünüyorum.)

Daha sonra İstanbul’da… Dergah Yayınları’nda Ezel Elverdi’nin odasında ve Ercüment Konukman’ın Mecidiyeköy’deki ofisinde çok kere bir araya geldik. Özellikle Büyük Değişim Partisi’nin (1993-1994) kuruluş çalışmaları sırasında bu görüşmelerimiz daha da sıklaşmıştı. O yıllar daha gençtik.

Evindeki görüşmelerin birinde…

Bir yığın siyah-beyaz fotoğraf çıkardı Aydın Bey… Kare kare onları izaha başladı. Gözleri buğulanıyordu zaman zaman. Elleri titriyordu.

“İdamdan bir gün önce annem beni yanına aldı. Beraberce İnönü’yü ziyarete gittik. Hiçbir ümidimiz kalmamıştı ama son çare onun kapısına dayandık. Elinden bir şey gelmediğini söyledi. Milli Birlik Komitesi üyelerinin söz dinlemediklerini, çıldırmış gibi hareket ettiklerini aktardı. Annem o andan itibaren tam bir enkaz haline geldi. Yıkılmıştık. Ben babamla ihtilalden sonra iki kere görüşebildim. Yassıada Komutanı Tarık Güryay babamla yarım dakika sarılmama bile izin vermedi. O yarım dakikanın davacısı olacağım ölene kadar. Sarılabilseydim, ‘Baba hiç üzülme. Millet senin bıraktığın gibi. Bıraktığın ne kelime, belki milyon kat daha fazla seviyor seni’ diyecektim. (Bu anekdotu Babam Adnan Menderes kitabında kullandı Aydın Bey…)

MİLLET BİZİ DAHA ÇOK SEVDİ

Menderes’in “Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir” diye başlayıp devam eden meşhur son mektubunu konuşurken ilginç anekdotlar aktarmıştı merhum:

“Babama günde sadece bir mektup yazması için izin verilmişti. Ama her şeyi yazamıyordu. Bu hakkını da anneme, Berin Hanıma mektup yazmak için kullanmıştı. Hemen her gün birbirlerine yazdılar. Mahkeme hakkında yorum yasaktı. Osmanlıca harflerle asla yazamazdı. Ada hakkında da bir şey belirtemezdi. Onun için yazdıkları çok güçlü edebi metin gibidir. Sadece duygularını dile getirebiliyordu. Geçim meselesi ve hukuki süreç hakkında malumat verebiliyordu. Annem önce kendisi okuyordu mektupları. Sonra bizi etrafına toplayıp gözyaşları içinde her kelimeyi ezberler gibi yaşayarak bize aktarıyordu. Bazen annemin yazdıkları ya da babamın yazdıkları birbirlerine ulaşmadı. Bazı mektuplar yok edildi. Çok kederli günlerdi. Ülkenin başbakanı bu halde idi fakat millet daha çok sevgi gösteriyordu; devlet kademesi ise bizimle görüşmekten çekiniyordu.”

DERİN HASRETLE SİZİ ÖPERİM

Babasının yıllar sonra birçok kitaba da giren 9 Eylül 1961, yani idamdan tam bir hafta önce annesine yazdığı son mektubunu okudu. Buğulu gözlerle, eli titreyerek. Mektubu bitirdikten sonra gözünü kapatıp “amin” dediğini şu an gibi hatırlıyorum.

İşte o ‘son mektup’:

“Berin’im; mektup almadım, müteessirim, fakat iki telini adım, birisi eksik mektuplarımı aldığını öğrendiğimden bir derece ferahladım. Bugün mektuplarını alırım inşallah. Mektupların gelmediği gün tâ ertesi günü beklemek ne zor ya Rabbi. Günün ve gecenin kaç saat olduğunu benden sorsalar ve ben de iştiyak ve hasreti duyduğum gibi anlatabilsem. Gözlerim hep kapıda, gönlüm sende, her an mektuplarını bekliyor, dua ediyorum. Yüksel orada değil herhalde. Canım Mutlu ve Aydın’ımı kucaklar, en derin hasret ve sevgiyle sizi, seni öperim canım Berin’im.”

Rahmet ona ve birlikte sehpaya yürüdüğü dava arkadaşlarının (Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan) üzerine olsun…